“Galatasaray’ın Stadyumunda Doğalgaz Neden Yoktu, Niye Isıtılamadı?”

16 Aralık 2013

İnsan Hakları Derneği Çanakkale Şubesi, İnsan Hakları ve Demokrasi Haftası kapsamında 14 Aralık 2013 Cumartesi günü Akol Otel Konferans Salonu’nda “Barışamayanlar; Vicdan, Adalet, Hukuk” konulu bir panel düzenledi. Türkiye’deki insan hakları ihlalleri ve mücadelesinin konuşulduğu, moderatörlüğünü gazeteci-yazar Ragıp Duran’ın yaptığı panele konuşmacı olarak Pınar Selek davası adına Seyda Selek, Roboski (Uludere) Katliamı adına Ferhat Encü, 78’liler Girişimi adına Celalettin Can, Hrant Dink Davası adına Fikret İlkiz katıldı. Panelin soru cevap bölümünde söz alan Çanakkale’de eğitim gören Mardinli genç bir öğrenci Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlalleri nedeniyle hak, hukuk, adalet gibi kavramlara inancını yitirdiğini, yaşanan bunca şeyin ardından insan hakları ile ilgili soru soramayacağını belirterek Ferhat Encü’ye “Galatasaray stadında doğalgaz neden yoktu, niye ısıtma yapılmadı geçen günkü maçta?” sorusunu yöneltti.

Panelin açış konuşmasını yapan gazeteci-yazar Ragıp Duran panelistleri tanıtırken “Türkiye’de insan hakları deyince şu dört kişinin kim olduğunu biliyorsanız insan haklarının ne halde olduğunu biliyorsunuz demektir.” dedi.

Panelde ilk konuşmayı yapan Avukat Fikret İlkiz 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin genel bir çerçevesini çizerek bu bildirgenin Türkiye’deki yansımalarına değindi. “Belki bizlere baktığınız zaman çok kötü gözükmüyoruz ama belki anlatacaklarımız biraz kötü olabilir.” sözleriyle konuşmasına başlayan İlkiz, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yüzyılların en önemli belgelerinden biri olduğunu ifade ederek “Dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli nedir?”, “Savaşarak Barış kurulabilir mi?”, “Dünya üzerinde herhangi bir savaşın sona erdirilmesi üzerine kurulan barışın bir bedeli var mıdır?”, “Küçük oğlan ve şişman adam kimdir ya da kimin eseridir?”, “Hibakusha kime denir, siz hibakusha mısınız?” sorularını yöneltti.

“Savaşarak Barış kurulabilir mi?”
Konuşmasında Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin 1933-1945 yılları arasında görev yapan Başkanı Franklin D. Roosevelt’in 6 Ocak 1941 tarihinde Amerikan Kongresine hitaben yaptığı “Dört Özgürlük” üzerine konuşmasının İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin ve Birleşmiş Milletler’in kurulmasının ilk adımlarından biri olduğunu belirten İlkiz, bu konuşmanın ardından geçen süreçle 26 devletin 1 ocak 1942 tarihinde, 51 ülkenin de daha sonra Birleşmiş Milletler Bildirisi’nin imzalamasının, savaş ilan etmek suretiyle barışı hazırlamak üzere, Almanya, İtalya ve Japonya’ya karşı savaş açmayı kabul ettikleri anlamına geldiğini söyledi. İlkiz Başkan Roosevelt’in şu sözlerine de yer verdi:

“Tehlikelerden korunmaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için, dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir dünya bulacağımızı umuyoruz. İlki, dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğüdür. İkincisi, dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrısı’na kendi istediği biçimde tapınma özgürlüğüdür. Üçüncüsü, dünyanın her yerinde, yoksulluktan kurtulma özgürlüğüdür; ki bu, her ulusa kendi vatandaşları için sağlıklı bir barışçıl yaşamı temin edecek ekonomik yakınlaşmanın kurulması anlamına gelir.Dördüncüsü, dünyanın herhangi bir yerinde, korkudan kurtulma özgürlüğüdür; ki bu, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelene dek sürecek dünya çapında etkin ve tam bir silahsızlanma anlamına gelir.”

“Hibakusha kime denir, siz hibakusha mısınız?”
2. Dünya Savaşı’nın kıta avrupasında sona ermesinden sonra ve Japonya Devlet Başkanı’nın ABD Başkanı Harry S. Truman’a bir telgrafla teslim olmak istediğini bildirmesine rağmen Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılmasının nedenini sorgulayan İlkiz, atom bombası atmak suretiyle dünya üzerindeki barışın tesis edildiğini ve insan haklarının tartışıldığı bir dönemece girildiğini ifade etti. 2005 yılında, katliamın 60. yıldönümünde BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın, Japoncada kurbanlar için kullanılan ‘Hibakusha’ kelimesine atfen, “Acaba biz hepimiz bugün Hibakusha mıyız? Ortaklaşa eyleme geçilmezse, bir nükleer silahlanma patlaması ile karşı karşıya kalacağız.” sözlerini hatırlatan İlkiz “O halde 1945 yılından 2005 yılına gelinen noktaya kadar baktığınızda geçen süreçteki atılan adımlar ya da savaşın sona erdirilebilmesi için, barışın kurulabilmesi için atom bombalarının atılmış olması dünya üzerinde çok yeni olmadığı gibi belki de bunu tekrar düşünme gereğini duymaya başlayacağımız en önemli zamanlardan biri olarak da nitelendirilebilir.” dedi.

“Dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli nedir?”
Konuşmasının devamında kadınların ve çocukların çekmiş olduğu eziyetin tekrar yaşanmaması için ve insan hakları konularında iki komisyon kurulduğunu belirten İlkiz, “Dünyada özgürlük adalet ve barışın temeli nedir?” sorusuna cevabının 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile verildiğini kaydederek bildirgenin kabul edilmesinin en önemli gerekçesinin insan onurunu tanımak, birbirine eşit olduklarını kabul etmek, devredilemez haklarını tanımak olduğunu belirtti.

Bildirgenin toplumun her bireyi ve bütün organları için temel insan hak ve özgürlüklerinin korunması, bu özgürlüklere saygı duyulması adına kabul edildiğini belirten İlkiz “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdanla donatılmışlardır, birbirine kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar. Bildirgenin 1’nci maddesi budur. Yani bunun içerisinde birinci noktada insan onuru vardır. İkincisi haklar bakımından eşit doğduğunuza dair bir kabul vardır. En önemlisi de birbirlerine kardeşlik anlayışıyla bağlı olma kavramı vardır ve dolayısıyla hukuk kavramı da bunun içerisinde vardır. Aslında hiç tanımadığınız Çinli adı Çank olan birisinin önerisiyle kabul edilmiş ve bu öneri içerisine aklı koyan, vicdanı koyan, kardeşliği koyan ama bütün bunların ötesinde de en başına insan onurunu koyan bildirgenin 1’nci maddesi budur.” dedi.

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi yüzyılların en önemli belgelerinden biri”
Konuşmasında 4 Kasım 1950 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi diye bilinen asıl adı İnsan Hakları Temel Hak ve Özgürlüklerinin Korunması olan bir sözleşmenin, 1966 yılında ikiz sözleşmeler olarak bilinen Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin imzalandığını ve Türkiye’nin bunların tarafı olduğuna da değinen Fikret İlkiz, tüm bu sözleşmelerin başlangıcında ve içinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne atıf bulunduğunu, bu bildirgenin yüzyılların en önemli belgelerinden biri olduğunu ifade etti.

“İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle ilgili olarak bizim durumumuz nedir?”
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle ilgili olarak Türkiye’nin durumu hakkında bilgiler veren Avukat Fikret İlkiz, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ardından 1953 yılında yürürlüğe girerek 1959 yılından itibaren kararlar vermeye başlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 15bin civarında kararı bulunduğunu, bunların 2747 tanesinin yani %18,49’unun Türkiye hakkında ve tümünün mahkûmiyet olduğunu belirtti. İlkiz, yıllarca hapiste kalan Güney Afrika eski Devlet Başkanı Nelson Mandela’yı da anarak Güney Afrika Devlet Başkanı’nın Mandela için bir şey yapmak istiyorsanız dans edin, şarkı söyleyin sözlerini hatırlatarak “Geçmişle yüzleşmek, Türkiye’nin insan hakları kavramında bu yüzleşme içerisinde bir yol bulabilmek için bir gün eğer gerçekleştirebilirsek, Diyarbakır Cezaevi’ni müze haline getirdiğimizde onun için söz veriyorum bu müzede dans edip onun adına şarkı söyleyeceğim” dedi.

Av. Fikret İlkiz’in konuşmasının ardından panelin moderatörü Ragıp Duran, İlkiz’in teorik ve tarihi bilgilerimizi yenileyerek sözü Türkiye’ye getirdiğini belirtti ve  Türkiye’de insan hakları denildiğinde öncelikle Kürt meselesinin akla geldiğini dile getirdi. Duran, “Son dönemlerde çözüm süreci, barış süreci yahut oyalama süreci adı verilen bir takım gelişmelere tanık oluyoruz. Bu gelişmeleri çok yakından takip eden bununla yetinmeyip aktör olarak akil adamlar komisyonunda da görev alan Celalettin Can’a sözü veriyoruz” dedi.

“Türkiye’nin 81 ilinde 2,5 ay boyunca Kürt meselesi tartışıldı”
78’liler Girişimi adına panele katılan Celalettin Can, konuşmasında akil insanların seçimi ve çalışmaları ile ilgili olarak kamuoyuna yansımayan ayrıntıları aktardı. Konuşmasına Barış Sürecine gelinen noktayı kısaca özetleyerek başlayan Can, Akil İnsanlar Heyeti fikrinin nasıl geliştiği ve şekillendiği hakkında bilgiler verdi. Halkın görüşlerinin alınması adına bu heyetin kurulduğunu belirten Can, “Böyle bir komisyonun oluşabilmesi için CHP, MHP, Fethullah Gülen hareketiyle, BDP ve AKP’nin kendisiyle sürdürülen görüşmelerde herkesten katılacak insan istiyorlar. MHP istemiyor, CHP uzak duruyor. Gülen hareketi birkaç kişi veriyor. BDP 90 isim veriyor sonra o liste elendi. 17-18’e düştü. 30’a yakın AKP’ye yakın isimler ve bir kısım liberaller de katılıyor. 63 kişilik akil insanlar kurulu kuruluyor.” dedi.

Türkiye’nin 81 ilinde 2,5 ay boyunca Kürt meselesinin tartışıldığını ifade eden Can, her bölgenin birer rapor hazırladığını söyledi. Bu raporlardan ortak bir tek rapor hazırlanacağını ama bunun yapılmadığını belirten Can sözlerini şöyle sürdürdü:

“Çıkan raporlardan ortak bir rapor hazırlayacağını söyledi Başbakan. Ortaya çıkan yol haritası doğrultusunda hareket edilecekti. Raporlar hasıraltı edilince, Başbakan raporları açıklamayınca çağrı yaptım, sınırlı destek geldi, raporlarımıza sahip çıkalım. Kamuoyuna açıkladık raporları. Raporlarda şunlar çıkıyor: 60 bin kişi ile görüşüldü. O ilin basını, STK, vakıf, sendika temsilcileri, cemiyetleri ve bunların nitelikli üyeleri, üniversite varsa hoca ve öğrencileri, şehit ve gerilla aileleri, yoksul semtleri, tv programları. Ortaya çıkan görüşlerin kabul edilmesi gerekirdi. En azından göz önüne alınması, yok hükmünde sayılmaması gerekirdi. En zor bölgelerden birisi İç Anadolu Bölgesi’ydi, benim çalıştığım. Kısmen Karadeniz bölgesi için de geçerli. Halk Türklerin hakkı neyse Kürtlerin de o olmalıdır. O noktaya geldi bunları söyledi. Bunları not aldık: “Genel af olmalıdır. Öcalan’ın durumu ne olacak. Terör halkın deyişiyle bazı haklar verildiğinde bittiğine kani olursak terör hortlamıyorsa Öcalan’ın çıkması çerçevesinde genel af olmalıdır. Başbakanın hiç beklemediği şekilde başkanlık rejimi demokrasi yönünde bir engeldir.” gibi sonuçlar çıktı İç Anadolu’da. Anadil hiç tartışılmadı. İslami kesim mütediyyen dediklerimiz doğuştan gelen tanrının yarattığı bir haktır bu çiğnenemez dedi. Türklerin hakkı neyse Kürtlerin de o olmalıdır. Genel anlamda bu çıktı. Daha çok detayı var bunun. Başbakan bunu görmezden geldi. Dar bir paket çıkardı. Anadil kolejlere verildi. Andımız üzerinden bir talep karşılaması gündeme getirdi.”

Celalettin Can’ın konuşmasının ardından Moderatör Ragıp Duran sözü 34 kişinin hayatını kaybettiği Roboski (Uludere) katliamında içlerinde kardeşinin de bulunduğu 11 akrabasını kaybeden Ferhat Encü’ye verdi. Konuşmasında 28 Aralık 2011 gecesi ve devamında neler yaşandığını anlatan Encü, katliamdan bu yana yaşadıklarını, Roboskili ailelerin adalet arayışını ve sürecin takipçisi olduklarını aktardı. Ferhat Encü şunları söyledi:

“28 Aralık 2011 yılında Roboski’de egemen devlet zihniyeti, katliamcı zihniyetin yüzyıllardır Kürt halkına uyguladığı hala daha uygulamaya devam ettiği bir katliam gerçekleşti. Yıllardır sınırda ekmek kavgası veren insanların ticaret amaçlı diğer tarafa gidip gelmesi sırasında gerçekleştirilen bombardımanla gerçekleşen bu katliamla 34 insan hayatını kaybetti. Diyelim ki bu olayda bir yanlışlık oldu ama 45 dakika süren bir bombardıman gerçekleşiyor. Bu gurubun önünü kesen askerlerin bu yanlışlığı düzeltme ihtimali olmaz mıydı? Bu yanlışlıktan dönülebilinirdi. Ama ne yazık ki, yüzyıllardır Kürk halkına yapılanlar Roboski de yine sergilendi. Olay yerinde yaralılarla uğraşan aileler, üzerinden uçan helikopterin aşağıya indirilip yaralıları hastaneye götürmesi için yardım bekliyorlardı. Bunu da yapmadılar. Cenazeleri biz köye getirmek için katır sırtında ve traktörlerin römorkörlerinde taşıdık. Ama ne yazık ki, olay yerine yardıma gelen ambulanslar bizzat askeriye tarafından durduruldu. Sonuçta 34 insan hayatını kaybetti ve başbakan iki gün sonra bu konuda konuşabildi. Ve Başbakan göstermiş olduğu hassasiyetten dolayı Genel Kurmayına teşekkür etti. Yani güzel bir operasyon gerçekleştirmiş ve bundan dolayı da teşekkür ediyor”

“Birbirimizin acılarını paylaşamıyorsak, bir arada olmanın anlamı olmaz”
Roboski katliamının emrini veren bir siyasi irade olduğunu ve bu siyasi iradenin başında da başbakanın olduğunu söyleyen Encü; bundan kaynaklı da katliamın faillerinin ortaya çıkarılmadığına dikkat çekerek şu şekilde konuştu:

“Biz, iki halk olarak eğer birbirimizin acısını paylaşamıyorsak, birbirimizin acılarını ortaklaştıramıyorsak, bir arada olmanın anlamı olmaz diye düşünüyorum. Ama eğer gerçekten acılarımızı, sevinçlerimizi ortaklaştırıp yıllardan beri bu topraklar üzerinde birlik ve beraberlik içerisinde yaşayabiliyorsak, kendimizden farklı olan insanları da tanımak gerektiğini düşünüyorum. AKP hükümeti, katliamı karşısında katliamı nasıl örtebilirim, bu katliamı nasıl meşrulaştırabilirim politikasını izledi. Herkes onların sivil olduklarını bildikleri halde, onları terörist ilan etmiş bizzat İçişleri Bakanı o dönem ‘Eğer ölmeselerdi, yargılanacaklardı. Başkalarının piyonudur onlar’ deyip oradaki 34 insanın ölümünü hiçe saymıştır. Resmen insan kalıbından çıkarak vicdanını kurutarak bu cümleleri sarfediyor. Devlet 2-3 hafta sonra bu ailelerin sesini nasıl kısabilirim düşüncesi içerisinde her zaman yaptığı gibi canlarımızı para ile satın almaya çalıştı. Ama bu sefer böyle yapamayacaksınız. Biz bu şekilde yürümesine izin vermeyeceğiz deyip bir mücadeleye girdik. Şu anda yürüttüğümüz mücadelede eylemlerde bulunduk. Siyasi partilerin genel başkanlarıyla görüştük. Bu işin sonuçlanması için katillerin yargı karşısında hesap vermesi için elimizden gelen bütün çabayı gösterdik. Ama ne yazık ki, geldiğimiz aşamada daha bir adım bile atmış değiliz. Kamuoyunda bir duyarlılık sağlamış olsakta, egemen zihniyetin ve katliamcı zihniyetin hesap vermesi için en ufak bile bir adım dahi yürümüş değilliz. Çünkü yürütülmedik. Bizzat bu katliamın emrini veren bir siyasi irade vardır. Bu siyasi iradenin başında da başbakan vardır. Ve bundan kaynaklı da bu katliam ortaya çıkarılmıyor. Çünkü, bunun emrini veren bu katliamdan haberi olan başbakandır.”

Ferhat Encü’nün konuşmasının ardından Moderatör Ragıp Duran, halkların birbirlerinin acılarını ve sevinçlerini paylaşmasının Gezi parkı olaylarından sonra eskiye oranla gelişme gösterdiğini söyledi. Daha sonra Duran, 16 yıl önce Mısır Çarşısı’nda yaşanan patlama sonrasında gözaltına alınan Pınar Selek vakasının hukuki yönleriyle ilgili konuşmak üzere sözü Pınar Selek’in kardeşi ve avukatı Seyda Selek’e verdi.

“Hukuka aykırılıkların çeşitliliği açısından örnek bir dava”
16’ncı yıla giren ve hala devam eden davayla ilgili bilgiler veren Seyda Selek, Pınar Selek’in 97 senesinin başlarında Kürt meselesi ile ilgili yaptığı araştırmalar sırasında gözaltına alındığını belirtti. Seyda Selek konuşmasında şunları söyledi:

“Benim hukukçu olmaya karar vermem ablamın davası yüzünden oldu. Bir yandan Hukuk Fakültesi’nde eğitimime devam ederken, diğer yandan da ablamın davasıyla stajımı yapmış oldum. Bu dava ile birlikte aslında Türkiye’de hukuka aykırılıkların çeşitliliğini görme imkanım oldu. Hala daha görmeye devam ediyorum. Çünkü dava bitmedi. 16. yıla girdik ve hala dava devam ediyor. Ve skandallara yeni skandallar ekleniyor. Daha nelerle karşılaşacağımızı açıkçası bilmiyoruz. Bu dava, hukuka aykırılıkların çeşitliliği açısından örnek bir dava diyebiliriz. Ve aynı zamanda Türkiye’deki özellikle Kürt meselesi konusunda savaştan nemalanan bir mekanizmanın ortaya çıkartılması açısından da bu dava örnek bir davadır. Çünkü, Pınar 97 senesinin başlarında Kürt meselesi ile ilgili araştırma yapmaya başladığı zaman hedef alınmış aslında. Bu Türkiye’de nasıl barışabilirizin sorusunu aslında soruyordu ve bu konuda muhataplarıyla görüşmeye başlamıştı. Tabi ki bu araştırmaları döneminde gözaltına alındı. Pınar, aslında Mısır Çarşısı’yla ilgili gözaltına alınmadı. Bu yaptığı araştırmalar sırasında gözaltına alındı. Pınar’a bazı isimler soruldu. Pınar, bu isimleri vermediği için çok çok ağır işkencelere maruz kaldı. Davanın açılabilmesi için ortada bir suçun olması gerekiyor. Olaya baktığımızda raporlar bombaya dair tek bir bulgu olmadığını söylüyor. Hatta bomba uzmanı olay yerinde inceleme yaparak mahkemede ifade de bulunuyor. Mahkemede kesinlikle bombaya dair bir bulgu yok diyor. Hatta gaz kaçağı olduğunu biz belirledik diyorlar. Adli tıp raporları ise ‘Ölen ve yaralananların üzerlerinde bulunan parçaların hiç birinde bombaya dair tek bir bulgu yoktur’ diyor. Bu dava uzadıkça yeni yeni skandallar ekleniyor. Bana hep adalet yerine gelecek mi? diye soruyorlar. Benim bu dava ile ilgili bir adalet talebim yok. Tabi Pınar’ın beraat etmesini istiyorum. Bu komployu kuran komplocuların açığa çıkmasını istiyorum. Ve yeni mağduriyetler olmasın istiyorum”

Yapılan konuşmaların ardından panel katılımcıların sorduğu sorulara cevap verilmesiyle sona erdi.

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir