Çanakkale İçinde

İmroz Nasıl Gökçeada Oldu?

27 Ekim tarihli Taraf Gazetesi’nde Kelemet Çiğdem Türk’ün İmroz’da kalan son Rumlardan Yorgo Zarbozan (Barba Yorgo) ile Rum kültürünü, Türklüğü, İmroz’u ve şaraplarını konuştuğu söyleşi “Burası İmroz, ben Yunanım” başlığıyla yayınlandı. Yıldıray Oğur da İmroz’un isminin nasıl Gökçeada olduğunu 28 Ekim tarihli Taraf Gazetesi’ndeki “Bir itiraf: İmroz’u nasıl Gökçeada yaptık” başlıklı köşe yazısında anlattı:

1. 27 Ekim 2012 – Taraf Gazetesi / Kelemet Çiğdem Türk – “Burası İmroz, Ben Yunanım”
2. 28 Ekim 2012 – Taraf Gazetesi / Yıldıray Oğur – “Bir İtiraf: İmroz’u Nasıl Gökçeada Yaptık”

Burası İmroz, ben Yunanım

27 Ekim 2012 – Taraf / Kelemet Çiğdem Türk

Yorgo Zarbozan, yani Barba Yorgo’nun kişisel tarihi İmroz’un hikayesi ile örtüşüyor: Biz buralarda çok acı çektik.

Uzun zaman kendi hikayemin Tokat’ta başladığını düşündüm… Sonra bu hikayenin çok daha eskilere gittiğini öğrendim; Kafkaslara uzanan bir hikaye… 1864 Çerkes sürgün ve soykırımından sağ kurtulan atalarımın Karadeniz’de ölüm kalım mücadelesi vererek Anadolu’ya geldiklerini öğrendim. Halkların, kavimlerin harman olduğu Anadolu’da Çerkeslerin de hayatta kalmayı becerdiklerini, harman olduklarını ama kendi ana dillerini konuşamadıklarını, çünkü atalarımın bu topraklarda tutunabilmek için o dili unuttuğunu da öğrendim. Kendi üzerime düşünürken, yavaş yavaş etrafımda bazen çok benzer, bazen çok daha derin travmalarla hayatta tutunmaya çalışan kültürleri farkettim. Benim Çerkes atalarım Kafkasya’dan, kendi anavatanlarından sürülürken, Ermenilerin, Rumların da kendi anavatanlarından kovulduklarını öğrendim. Ve bir gün bu öğrendiklerimi elle tutulur hale getiren, “kendi başına bir dünya” olan bir insanla karşılaştım…

İşte İmroz’a (Gökçeada) geldiğimde tanıdım Yorgo Zarbozan’ı yani Barba Yorgo’yu. Türkiye’de Çerkes ya da başka bir kimlikten olmayı yeniden düşünmeye zorlayan bir insan Barba Yorgo. Aslında birçok kişi onu bitmek bilmeyen enerjisiyle, leziz mezeleriyle ve kendi imalatı nefis şaraplarıyla tanıyor. “Barba Yorgo Taverna” Tepeköy’ün simgesi. Kendini “sade bir vatandaş” olarak tanımlayan Barba Yorgo’yla Rum kültürünü, Türklüğü, İmroz’u ve şaraplarını konuştuk.

Taverna aileden gelen bir meslek mi?
Aileden uzaktan yakından alakası yok. Ben kimya mühendisiyim. İstanbul’da sanayiciydim. Rüyalarımın yüzde 80’i burada geçiyordu. 38 sene dile kolay. Fabrikayı sattım, buraya geldim. Ben yerinde duramayan, hareketli bir insanım. Şimdi sen beni oturt bir sene ölürüm ben. Sanki kanserli bir hasta gibi köyüm yavaş yavaş eriyordu. Ne yapabilirim dedim kendime. Bir tane ev aldım, pansiyon olarak düzenledim. Kahvaltı isteyecek bu insanlar, yemek isteyecekler, nerede yiyecekler? En iyisi küçük bir lokanta dedim, öyle başladı, buraya geldik ve şimdi kurtulamıyorum, kurtulmak da istemiyorum. Şaraphane de yaptığım için ikisi birbirine bağlanıyor ve birbirini tamamlıyor. İkisini de bırakamam.

Şarap yapmaya nasıl karar verdiniz?
Şarabı çok seviyorum. Eskiden adada bütün ailelerde en azından bir bağ vardı. Herkes kendi şarabını kendisi yapardı. Akşam sofraya oturduğumuzda herkese bir kepçe şarap verilir ve içilirdi. Ticaretini kimse yapmıyordu. Ada tarihinde ilk defa ben başlattım. Gerçi bürokrasisinden, hükümetin, devletin bakış açısından korkunç şikayetçiyim. Yalnız ben değil bütün şarapçılar…

Tavernanızda kadeh yerine küçük su bardağı kullanıyorsunuz ve adada sizden başka bu şekilde kullanan yok. Bu bir kültürün parçası mı?
Evet, yok. Sadece benim tavernamda var. Yunanistan’a giderseniz bütün tavernalarda, köylerde o ayaklı kadeh kullanılmaz. Kalın ve kısa bardaklar tercih edilir çünkü düşmez. Ben o bakımdan böyle yapmaya başladım. Kültürü devam ettirmek istedim.

Tavernacılık ve meyhanecilik arasındaki fark nedir?
Aynı şey değil. Meyhane Osmanlıcadır. Taverna Yunanca bir kelimedir. Tavernada müzik vardır. Meyhanede gider kafa çekersin. Müzik oldu mu tavernadır. Dans edebilirsiniz. Taverna ailece çoluk çocuk gidebileceğiniz bir yer. Meyhane akşamcıların tercihi.

Barba Yorgo markasını devam ettirecek birileri var mı?
İşte benim bütün derdim o. Yarın öbür gün gözlerimi kapattığımda kim çalıştırıyorsa onda kalacak. Benim çocuğum yok. Bir tane yeğenim var. Söz verdi gelecek. Ben 74 yaşındayım ve ölmeyecekmişim gibi hala bağ dikiyorum ama bu bana hayat veriyor. Bir hikaye anlatayım size. Her sabah güneş doğmadan ben bağları geziyorum. Yine bir sabah tam olgunlaşan bir bağım var, oraya gittim. Üzümleri okşuyor, onlarla konuşuyordum. Orada bir arkadaşım gezinti yapıyormuş. Beni görmüş ve konuştuğumu görünce yanıma gelmemiş. Akşam köy kahvesinde gördü beni “Ya Yorgo sana bir soru; üzümlerle ne konuşuyordun”. Bağları yaşıyorum, şarabı yaşıyorum bu bana büyük zevk veriyor ve ölmeyecekmiş gibi devam etmek istiyorum…

Rumlara özgü bir yemek tarifi verir misiniz?
Ahtapot salata, ahtapot ızgara. İstanbul’da görüyoruz; Ahtapotu pişiriyor da pişiriyorlar. Ağzına attığın zaman eriyecek şekilde istiyor İstanbul müşterisi ve soyuyorlar. Deniz mahsulleri üzerinde özellikle ahtapot olsun, sübye olsun iyi işliyoruz bunları. En çok garipsediğim şey turşu koyuyorlar. Turşu ile ahtapot olmaz. Biraz sirke koyacaksın yeterli. Bizim otlarla çok ilişkimiz var. Tarihi bir olay anlatayım; Pers ve Yunan orduları karşı karşıya geliyor, savaşacaklar. Her iki ordunun komutanları bir araya gelip, yemek yiyor. Persler çok zengin, gösterişli yemekler getiriyorlar. Yunanlılar haşlanmış ot, peynir ve siyah bir su koyuyor ortaya. Persler soruyorlar “Nedir bu siyah şey” diye. Yunan komutan ot suyu diyor. Pers komutanı “Siz bu otları yiyip mi bizi yeneceksiniz” diyor, alay ediyor. “Evet” diyor Yunan komutan, “Yarın görürsünüz”. Ve savaşta 300.000 Pers’ten 45.000’i kalıyor.

Otların büyüsü aslında…
Evet. Otların büyüsü. Zeytinyağını çok kullanıyoruz. Biz hiçbir yemekte tereyağı kullanmayız, hep zeytinyağı. Otların büyüsünü, zeytinyağının lezzetiyle harmanlıyoruz.

İmroz adı ne zaman Gökçeada oldu?
Öyle çirkin bir şey ki! Dünyada yalnız Türkiye’de değil ama Türkiye’de daha fazla. Mitoloji bir yerin ya da bir şehrin ismini verdi. Değiştirmekle daha Türk mü oluyor? Konstantin İstanbul’u kurdu. Konstantinopolis olarak ismini verdi. İstanbul zaten daha Yunanca’dır. Neden biliyor musunuz? Osmanlı zamanında bütün ticaret filosu Yunanlıların elindeydi. Zaten savaş filosu başındaki komutanların hepsi devşirme Yunanlı. “Nereye gidiyorsun” diye sorulduğunda, Yunanca cevap verdiğimizde; İstimpoli. Poli deyince İstanbul akla geliyordu, kısaltılmışı. Biz de şimdi Yunanca konuştuğumuzda Poli diyoruz. O şekilde Türkçe İstimpoli oldu İstanbul.

Türkiye’de ve İmroz’da Rum olarak yaşamak nasıl?
Biliyorum, Çerkes Ethem. Siz de aynı vaziyettesiniz… Türkiye’de yaşayan Rumlar için şanssız bir zamandı. Çok çektik buradan. Çok çekti bu insanlar. Osmanlı çok toleranslıydı, çok hoşgörülüydü deniliyor; nerede hoşgörü, o yeniçeriler neydi! Yüzlerce sene devamlı kanayan bir yara. Yeniçeriler Yunanlılara karşı kullanılıyordu. Öyle bir yetiştiriliyordu ki çocuk, anasını babasını kesiyordu gözünü kırpmadan. Ama cumhuriyet dönemi çok daha kötüydü. Korkunçtu. “Soykırım yapmadık” diyor, nasıl yapmadın, alasını yaptın. Karadeniz’de 800.000 kişi kesildi. Topal Osman vardı meşhur, düşmandı bize. Neden? Balkan savaşlarında yaralandı, onun için topaldı, bir türlü o hıncını içinden çıkaramadı. Çoluk çocuk, ihtiyarlar mağaraya sığınmışlar; çetesiyle gidiyor, çıkarıyor insanları ve atların altında ezdiriyor. Bu Topal Osman’ı yaratan ve salan kim? Bunlar konuşulmuyor… Yalnızca Dersim’i düşün yeter. 70.000 kişi. Menemen aynı. Ve hala bir köy dolusu adam çıkıyor “iyi olmuş” diyor! Şeyh Sait isyanı! Resmi tarih yazmıyor ama insanlar biliyor ve konuşuyor gerçekleri…

Türk Tarih Kurumu’na emir veriyor Atatürk diyor ki; “Türk milletinin şanına, namına yakışır bir tarih yazın”. Bu kadar basit. Biz ortaokul kitaplarında okuduk bunu. Şimdi kitaplardan çıkarılmış olabilir. Cumhuriyet dönemi çok acı geçti. Burada ilkokulun karşısında Atatürk heykeli var. “Ne mutlu Türk’üm diyene” yazıyor. Ben de gidip diyebilirim ki “Ne mutlu Yunan’ım diyene, ne mutlu insanım diyene”. Ne kadar asimile etmeye çalışırsa çalışsın edemez, edemedi. Rum diye bir millet yok. Nedir bu Rum, nasıl çıktı? Müslümanlar, Araplar Bizanslılarla ilk temas kurdukları zaman onlara “Urum” diyorlardı. Ondan sonra Osmanlı “Urum” demeye başladı. Hala bende var, eski nüfus cüzdanı defter gibi. Resim, anne, baba, isim, cisim, ne zaman doğdu. “Dini: Urum”, “Mezhebi: Ortodoks”. Yunanca konuşup Ortodoks olan kişilere Osmanlıda “Urum” denilirdi. “Yunanlıkla alakanız yok, siz Rum’sunuz” diyorlar. Beşyüz sene de Osmanlı’da yaşadık, Osmanlı mıyız? İstanbul bir yere kadar; Anadolu, Ege sahilleri kendilerine o şekilde eziyet çektirilmeseydi, gayet güzel oturabilir ve Türkiye’nin hali çok daha güzel olurdu. Çünkü onlar ticareti ve üretimi biliyordu. Yalnız kalmazdı Türkiye. Ama şimdi yalnız Türk kalacak.

Çerkeslerin yoğun yaşadığı bölgelerde de “vatandaş Türkçe konuş” yazıları yer alıyordu…
Aynı şekilde biz de yaşadık. “Vatandaş Türkçe konuş”; anne çocuğuyla gidiyor çocuk Yunanca konuşunca “sus oğlum” diyordu. Boynumuzdaki haç kolyesini alıp ayakları altında eziyorlardı, bunlar güzel şeyler mi?

Cumhuriyet döneminde en büyük kötülük mübadele. Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük doğup büyüdüğü yerden zorla söküp atmak. Öyle bir aşağılanıyorduk ki, atmışlı yetmişli yıllarda. İmroz askeri mıntıka; gazeteci, yabancı sokulmuyor, tek başımıza kaldık burada. “Kıbrıs yüzünden” diyorlar; değil… Kıbrıs bir vesile. Çünkü bu eritme programı 1958’de çıktı. Kıbrıs olayları 1964 yılında başladı. Ben Türk vatandaşıyım, benim günahım ne? Sen fırsatını bulup beni yok ediyorsun… Okulumuz; devlet bir kuruş koymadı bu okulu yapmak için.

Köylüler kendi çabalarıyla imece usulüyle yaptılar. Bu okul kapatıldığında 184 tane öğrenci vardı içinde. Çıkarttılar ve kilitlediler. Biliyorlardı ki biz eğitime çok önem veriyoruz. Varını yoğunu satıyordu insanlar çocuğunu okula götürmek için. “Nereden vurabiliriz” dediler ve ilk akla gelen eğitim. Eğitimden vurdun mu mecbur kalacak, çocukları alacak gidecek. Benim abimin üç tane çocuğu vardı. İki tanesi okula gidiyordu. Bir tanesi Yani, bir tanesi Maria. Okulun içinde Yani’nin adı Ali, Maria’nın Ayşe. Burası bir felaket oldu. 1964 senesinde İsmet İnönü’nün 1930 yasasını iptal ettiği zaman, 15.000 insan sekiz gün içinde gönderildi. Bir küçük valiz ve cebinde en fazla 100 lira ile gideceksin. 60.000 kişi gitti.

Buradaki insanlar nasıl direndi?
Direnemedi. Gece gidiyorlardı. Korkunçtu.

Köydeki Rum nüfusu sabit bir nüfus mu, gidenler dönüyorlar mı?
Kışın yaklaşık 30 kişi. Bu köy 1300 kişiydi. Üçüncü büyük köydü burası. Artık yaz genelinde 100 kişi oluyor. Ağustos ortalarında ise 600-700 kişiyi buluyor. Ondan sonra yine gidiyor herkes… Bir film vardı; Kunta Kinte’nin torunu Afrika’ya gidiyor, köklerini arıyor. Bizim buraya da çocuklar geliyor. Çok kötü, çok acı. Onları yaşamak, onları hissetmek… Düşün; yediyüzelli tane mahkum getirdiler buraya. Mahkûm değildi onlar zaten, resmi olmayan karanlık devletti. Hepsi silahlı, hepsi eğitimli. Dövüyor, sövüyor, tecavüz ediyorlardı…

Arsa almak ve satmak konusunda Rum vatandaşlara bir takım zorluklar yaşatılıyordu. Geçtiğimiz günlerde bu konunun artık düzeltildiği söylendi. Bir gelişme var mı, yansımaları oldu mu?
1970-1980’li yıllarda bir ev ya da arsa almak istediğinizde Ankara’ya gidiliyor, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü- Yabancılar Masası’ndan görüş alınıyordu. Yaşadığım bir olayı anlatayım; yıllar önce bir Rum arkadaştan İmroz’dan arsa almak için başvuruda bulundum. Fakat anlayamadığım bir şekilde engeller çıkıyor ve aylarca sürüncemede kalıyordu. Bu böyle olmaz dedim ve tapu müdürlüğüne “Sizi mahkemeye vereceğim” dedim. Tapu müdürlüğü bütün bu gelişmeleri Ankara’ya bildirmiş. Ankara’dan “O adamın ağzını kapat, işlerini yap” diye emir gelmiş. Gerçekten benim işlerim kolay bir şekilde yol almaya başladı. Bir süre sonra bir Türk arkadaştan iki tane tarla alacağım. Müracaat ettim. Yine sorun; “Ankara’ya gidecek dosya görüş alınacak” dedi memur ve dilekçeyi yazmaya başladı. “Daha önce de aldım, bu sorun düzelmişti” dedim. Memur “Sen Rumlardan alınca tamam ama Türklerden alınca iş değişir” dedi. “Sen bana o dilekçeden kopya ver” dedim. O hatayı yaptı ve verdi. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Tapu Kadastro Müdürlüğü hepsine dilekçeyi örnek göstererek bir yazı yazdım ve gönderdim. Bir hafta sonra Cumhurbaşkanlığı’ndan (Ahmet Necdet Sezer) “Bizim konumuz dışında olduğu için dilekçeyi valiliğe yolladık, onlar inceleyecek” şeklinde cevap geldi. Adalet Bakanlığı’na yazdığım için Adalet Bakanı savcılığa talimat vermiş; “Araştırın aslı varsa bunu yapanlar cezalandırılsın”. Savcılık çağırdı beni, gittim, anlattım. “Yalnız İmroz’dan mı alamıyorsun” diye sordu savcı. “İstanbul’da istediğimi alabiliyorum. Sadece İmroz’dan alamıyorum, sadece ben değil bütün arkadaşlarım”. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’nden yine aynı yazı: “Bu adamı susturun, işlerini yapın.”

Ama Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geldiği zaman buraya, bizzat görüştüm köyün problemlerini. Helal olsun, Erdoğan bizimle ilgilenen tek Başbakan! Gelmeden önce “Rum köylerinin Rum muhtarlarının ne problemleri varsa yazılı olarak bizzat kendileri bana verecekler” demiş. Söyledim bizim muhtara. Kalktık gittik, gayet sevinçle karşıladı. Bu yaşadığımız tapu sorununu söyledim orada. Erdoğan Kaymakam’a soruyor; Kaymakam Tapu Müdürü’ne soruyor… “Yok böyle bir şey” dediler, yalan söylediler.

Sesi çıkanı susturmakla çözüyorlar işleri yani…
Evet, evet. Tabii bütün bunlardan sonra benim tapu işim oldu. Arkadaşlarıma “Koşun işinizi halledin, sorun çıkarsa benim adımı söyleyin” dedim. Erhan Pekçe adında bir avukat var. “Yorgo, mahkemeye vereceğim” dedi. Mahkemeye verdi ve Tapu Kadastro Müdürlüğü savunmasında “Rum nüfusunu kontrol altına almak için bir yoldu, bunu seçtik” dedi.

Zaten burası Rumların yaşadığı bir yer, neyi kontrol altına alıyorsun…
Nüfusu kontrol altına alacak, mümkün mertebe azaltacak. Ellerinden mallarını alacak. Ama yapamadılar, kazandık mahkemeyi. Artık sorun yaşamıyoruz. Erhan Pekçe 1958 yılında Milli Güvenlik Kurulu’nda olan kişileri mahkemeye verecek, ölmüş olsalar dahi. “Nasıl sizi böyle yok etme girişiminde bulunurlar? Hesabını verecekler” diyor.

Erhan Pekçe Türk mü?
Evet Türk.

İmroz’da 238 tane şapel var. Bu İmroz’a özgü bir durum mu?
Ortodoksların olduğu yerde vardır şapel. Köylü insanlar yazın bağ evlerinde kalırlar. Ekerler, biçerler, hayvanlarına bakarlar. Tabii bu insanlar bağ evlerine gidince kiliseye gelemiyor, uzak olduğu için. Dua ihtiyacı hissediyor. Hem dua ihtiyacı, hem kendine korumacı olarak bağ evlerine yakın yerlere küçük kilise yani şapel yaparlar. Aynı zamanda bir toplanma vesilesidir. Tam karşı tepede Meryem ana kilisesi var. Eskiden genç kızlar gidip oraya dua ederlerdi bir tekerlemeyle: “Meryem Ana, Meryem Ana bu sene yalnız geldim. Yardım et, gelecek sene kocam ve elimde bebekle geleyim”. Her yıl 14- 15-16 ağustos tarihlerinde Meryem Ana Yortusu yapılıyor. Kurbanlar kesiliyor, eğleniliyor, dans ediliyor. 15 ağustosta büyük ayin yapılıyor. Herkes eline bir tepsi lokum, meyve, tatlı alıp akrabalarının mezarına gidiyor, gelen geçene ikram ediyor. İnanıyorlar ki, o yemeği o insanın ruhu yiyor. Ondan sonra sabaha kadar eğlence başlıyor. 16 ağustosta Marmaros’ta küçük bir kilise var orada devam ediyor ayin, yemek, içmek, dans etmek… O dönemde adada yaklaşık 8.000 kişi oluyor. Eski günlerdeki gibi adamız, köyümüz şenleniyor.

Hadi gelin size biraz adayı gezdireyim! Çınaraltı’na gidip İmroz’u seyredelim…

Diğer Yazı: 28 Ekim 2012 – Taraf Gazetesi / Yıldıray Oğur – “Bir İtiraf: İmroz’u Nasıl Gökçeada Yaptık”

Bir itiraf: İmroz’u nasıl Gökçeada yaptık

28 Ekim 2012 – Taraf / Yıldıray Oğur

Eski bir gazete kupüründen alınan fotoğraf 1973 yılının temmuz ayında çekilmiş. Sık sık sel baskınları olan Trabzon’un Çaykara ilçesine bağlı Şahinkaya Köyü’nden 61 aile, Köyişleri Bakanlığı tarafından yerleştirildikleri Gökçeada’ya doğru yola çıkıyor. Peki, neden bu kadar uzağa gidiyorlar? Karadeniz’in bir dağ köyünden, 1400 km. uzakta Ege’nin ortasında bir adaya niye gönderildi bu 61 aile?

Trabzonlu köylülerin yerleştirildiği, Gökçeada’daki Dereköy, 1950 ile 1960 yıllarında arasındaki nüfus sayımlarına göre Türkiye’nin en büyük köyüydü. Ama Trabzonlu aileler geldiklerinde o 1900 kişiden geriye çok azı kalmıştı.

Çünkü köy bir Rum köyüydü ve 1960 ile 1970 arasında o küçük adada halen devletin kabul edip özür dilemediği resmî bir kabus yaşanmıştı. Dünkü Taraf‘a Kelemet Çiğdem Türk’ün İmroz’da kalan son Rumlardan bilinen adıyla Barba Yorgo ile yaptığı dokunaklı mülakatı okurken bundan iki yıl önce Balyoz Seminer ses kayıtlarını dinlediğimden beri yazmak isteyip bir türlü fırsat bulamadığım tarihî bir itirafı yazma zamanının geldiğine karar verdim.

İmroz (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) Lozan Anlaşması’yla Türkiye’ye bırakıldı. Ama bir şartla burada çoğunluk olan Rumların özerkliğine karışılmayacak. Ama Türkiye Cumhuriyeti verdiği sözü sadece üç yıl tutabilmiş. 1927’de çıkarılan 1151 sayılı Mahalli İdareler Kanunu ile adadaki Rumların özerkliği ellerinden alınmış, Rumca özel okullar devletleştirilmiş. Yetmemiş önce Varlık Vergisi ile sonra da Rumların mal almalarına getirilen yasaklar ve adaya gönderilmeye başlanan Türk yerleşimcilerle huzursuzluk artmış. Ta ki Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ve Türkiye’nin NATO üyeliği sebebiyle Yunanistan’la yeni bir sayfa açmasına kadar. DP iktidarı 1951 yılında 27’deki kanunu iptal edip, Rumca özel okulların açılmasına yeniden izin vermiş.

Kıbrıs meselesi ile artan gerilimlerle 1958 yılında rüzgar adalara yeniden ters esmeye başlar. 1958 yılında iki ada güvenlik bölgesi ilan edilir.

27 Mayıs darbesi ise İmrozlulara da darbe olur. 1961 yılında “Adadaki Rumlar Yunanlıların desteğiyle Türklerin arazilerini satın alıyor, plebisit yoluyla Yunanistan’a katılacaklar” haberleri ayyuka çıkınca Rumların arazi alışı yasaklanır. Çocuğuna düşük not verdi diye bir Rum babanın iki Türk öğretmeni dövmesi Meclis’e kadar taşınır. Vekiller adaların güvenliği için Türklerin çoğunlukta olmasının altını çizerler. Kıbrıs’ta kanlı Noel’le birlikte gerilimler arttıkça Rumlara karşı dil de sertleşir.

27 Mart 1964 tarihli MGK’da kabul edilen Eritme Programı ile ise adaların Türkleştirme süreci başlar. İnönü hükümeti önce ünlü 64 yasasıyla Türkiye’de yaşayan Yunan uyruklu Rumları göçe zorlar. 1951’de iptal edilen Mahalli İdareler Kanunu’ndaki hüküm yeniden yürürlüğe konup, Rum okulları yeniden kapatılır. Daha da ileri gidilir Gökçeada’da yaşayan 30 Rum milli güvenliği ihlal eden davranışları sebebiyle vatandaşlıktan çıkarılır. 300 Rum ise “Türklere has sanat ve meslekleri terk etmeleri” için uyarılır.

Ve öldürücü darbe. Dereköy’ün hemen aşağısına devlet Yarı Açık Cezaevi kurar. Adaya önce mahkûmlar getirilir sonra da aileleri. Adada tarım işleriyle uğraşan mahkûmlar serbestçe dolaşmaktadır. Mahkûmlar Rumların hayatını karartır. Tecavüz, hırsızlık, darp hatta adadan göç eden Rumların iddiasına göre altı cinayet işlerler. Yetmez devlet birden bire adada TİGEM vasıtasıyla üretim çiftliği kurmaya karar verir. Rumların geçimlerini sağladıkları zeytinlikler kamulaştırılır. Adanın ekilebilir arazilerinin yüzde 90’ına devlet el koyar. Hem de yumurtanın tanesinin 25 kuruşa satıldığı yıllarda metrekaresine sekiz kuruş vererek.

Adadaki bu resmî mobbing Yunanistan’ın tepkisini çeker. Mütekabiliyet için Rodos’taki Türklerin gönderilmesi bile gündeme gelir. Artan uluslararası baskılar üzerine 1966’da Yunanistan Büyükelçisi’nin adaya gitmesine izin verilir. Büyükelçi feribottan inince etrafını saran Rumlar “Alın bizi buradan” diye bağırmaktadır. Çocuğunu ona vermek isteyenler bile çıkar.

Rumlar adayı hızla terk ederler. 1970’de son darbe vurulur ve antik Yunan’dan beri İmroz olan adanın adı Gökçeada’ya çevrilir. Ve Türkiye’nin her yerinden aileler zorunlu iskanla adaya yerleştirilir.

Uzun yıllar MGK yasasıyla yönetilen, feribottan inenlere kimlik sorulan ada şimdilerde normalleşmeye çalışıyor. Taraf‘taki röportajdan bu Eritme Programı’nın ve resmî zulümle yargı önünde hesaplaşma için adımlar atıldığını öğrendik. Türkiye adayı planlı bir şekilde Rumlardan arındırdığını hep inkar etti.

Ta ki Balyoz ses kayıtlarına kadar. Dönemin Birinci Ordu Komutanlığı Plan Harekat Şube Müdür Albay Bülent Tuncay 2003’deki Plan Semineri’nde anlatıyor:

“Şimdi burada çok mahrem çok gizli şeyleri de ne yapıcağız görüşeceğiz. Zaten öyle yani plan çalışmasının ana amacı bu. İlk kapsamda buradaki Rumları Gökçeada’dan göçertmek için jandarma komando birliği gönderdik. Bölgeye açık hapishane yaptık. Bölge içerisinde bunun sonuçları da önemli işte miktarda göç oldu. Adım adım sanıyorum devlet kuruluşlarında bölgede bir işte açık cezaevinde bazı şeyler yapıldı bazı ekimler dikimler falan filan. Bunun ortaya saldığı bazı konular bunu tartışmıyorum. O zamanki şartlar içerisinde şimdi böyle bir şey yapmak olanak dışı ama o zamanki Türk-Yunan ilişkileri çerçevesinde böyle bir şey yapılma zarureti çıkmış onlara da Batı Trakya’daki uygulamalara karşı.”

İmrozlulardan özür zamanı gelmedi mi?

Diğer Yazı: 27 Ekim 2012 – Taraf Gazetesi / Kelemet Çiğdem Türk – “Burası İmroz, Ben Yunanım”