Işığın Ardındaki Hikayelerin Peşinde

13 Eylül 2014

Doğup büyüdükleri, anılarını ve hayallerini biriktirdikleri şehirlerini bir gün aniden terk etmek zorunda bırakılanların yarım kalan hikayeleri; fotoğraflarla döndü ait olduğu topraklara geri. Fotoğrafçı / akademisyen Aykan Özener’in, 16 Mart 1964 Rum Sürgününü, Dereköy’de tehcirden geriye kalan mekanlar ve eşyalar üzerinden anlattığı çalışması ‘Aynı Şehirde Aklar Düşemedi Saçlarına’, artık Gökçeada’da.

2005’den bu yana bir çok şehirde sergilenen fotoğraflar; Gökçeada Günleri kapsamında ilk kez buluştu adayla. Her yıl adaya gelip geçmişten izler arayan Rumlar, bu kez büyük bir sürprizle karşılaştılar Cumhuriyet Meydanında. Adada yaşayanlarla birlikte baktılar fotoğraflar(ın)a…

Kimi şaşırdı, kendini bir fotoğrafın içine koydu; anladı.
Kimi konuşamadı, ağladı. Anılarla birlikte acılar da canlandı.
Buruk bir özlemle dokunduğu fotoğraflarda doğduğu evi aradı.
Tehcirin eksik bıraktığı hayatlara yeni hikayeler yazıldı.
Ne olsa bir şeyler eksik kaldı, sergiyi izleyenler o boşlukla ayrıldı.


Sergisinin başında yaşanan tüm bu anlara tanık olan fotoğrafçı Aykan Özener; tehcir ve mübadele yaşanan şehirlere sinen hüznü taşıyan fotoğraflarının yıllar sonra adayla buluşmasından kendisine ve izleyenlere kalanları anlattı.

Sergiyi Gökçeada’da açınca huzur buldum, bu benim bir görevimdi sanki… Rum vatandaşlar fikirlerini, hissettiklerini paylaştılar benimle; çok beğendiklerini, bir yandan çok duygulandıklarını, böyle bir sergiyi ilk kez gördüklerini ve buna mutlu olduklarını söylediler. Bunlar olumlu şeyler. Sergim küçük de olsa bir katkı sağlar umarım barışa, dostluğa. Çok duygusal anlar yaşandı fotoğrafların başında, ağlayanlar oldu. Bir Rum; bu serginin adada açılması çok önemli, bunu ileride hepimiz anlayacağız, dedi. Bu cümleyi kullanması çok önemliydi. Yine sergide tanıştığımız Rum fotoğrafçı Mihali de çalışmayı çok beğendiğini, anlatım tarzını naif bulduğunu söyledi. Dereköy’e ilk geldiğimde çok etkilendim gördüklerim karşısında. Geçmişte yaşananlara dair merakım, tehcire, mübadeleye dair okuduklarım bağladı beni adaya. Döndükten sonra burayı çekmeliyim fikri döndü kafamda sürekli. İnsan kullanmadan, eşyalar üzerinden o hüzünlü evlerle empati kurmak istedim fotoğraflarımda. Bu duygunun geçtiğine inanıyorum çünkü bu çalışmayı gerçekten duyarak yaptım. Çektiğim her kare, ömür boyu benimle…

1950 nüfusuyla bir zamanlar ülkenin en büyük köyü olan Dereköy’ün bir kısmı; 1964 sürgününde Yunanistan’a zorunlu göçten dolayı boşaldı. Köyde kalanlarsa 1974 Kıbrıs olayları sırasında devletin resmi olmayan baskıları sonucu evlerini terk etmek zorunda kaldı. Aykan Özener tehcirin izini, gidenlerin hikayelerini; geride kalan ölü evlerde ve eşyalarda aradı.

Üç gün boyunca köyü ve girebildiğim tüm evleri dolaştım, 250’ye yakın fotoğraf çektim. Mimari dokuları çalıştım. Evlerin içinde bavullar, çeyiz sandıkları, gazeteler, toplanamayan yataklar… Beni görsel olarak çok etkileyen ama çekemediğim, aklımda kalan daha çok detay var; kül tablasında yarım kalmış bir sigara mesela. Adam kalkmış gitmiş; gitmek zorunda kalmış. Her şeyi öylece bırakmış. Çekebilmem için kapıyı ya da pencereyi kırmam gerekiyordu, bunu yapmadım. Kilitli evlere girip anılarına saygısızlık etmek istemedim. Oralar onlara ait. Bianel işlerinden uzak kalmasaydım yapmayı çok istediğim bir çalışma vardı; hatta geçenlerde İstanbul’da Bavullar sergisinde bir benzeri yapıldı. Kocaman bir salonun ortasında 20 kiloluk bir bavul ve içinde de boş bir not kağıdı olacaktı. O kağıda herkes, giderken evinden götüreceklerini yazacaktı, bu arada da düşünmüş olacaktı. Keşke olsaydı da o bavul müzeye konulsaydı.

İnsanlara şunu anlatmak istiyorum; bir gün sen de böyle bir şey yaşamak zorunda kalabilirsin. Bunu hissetmelerini istiyorum. Birileri sana 20 saatin ve 20 kilo yük hakkın var; pılını pırtını topla ve git bu ülkeden diyor. Sadece Türklerin ya da Rumların yaşadığı bir şey de değil bu, aslında insanlığın en büyük sorunu. Gökçeada’daki mübadele değil, tehcir; yani zorunlu göç. Biriktirdiğin anılarından bir anda ayrılmak zorunda kalmak çok zor. Dokunuyor insana… Bu çalışmanın ikinci ayağını, Yunanistan’dan Türkiye’ye mübadele sonucunda boşaltılan Türk köylerinde yapmayı çok istiyorum. Eskiden bu konular konuşulmazdı, tartışılmazdı bile. O yüzden bu sergiyi çok önemsiyorum. Şimdi en azından gören gözler görüyor, anlamak isteyenler anlıyor ama bunların yavaş gitmesi, birçok şeyin hala aynı çemberde dönmesi, bu sergi çerçevesinde yaşadıklarım ister istemez canımı sıkıyor. Bir adım attığımızı zannederken bir adım da geriye atıyoruz, yerimizde sayıyoruz. Böyle giderse bahsettiğimiz dostluk, barış daha çok uzun zaman alacakmış gibi geliyor bana. Ben arkeoloğum, bu topraklarda insanlar neler yaşamışlar, kaybetmişler, kazanmışlar bütün bunları anlayabiliyorum ama bu yakın çağda, özellikle Cumhuriyet gibi güçlü siyasal sistemlerin yaşandığı yüzyılda olması bana sıkıntı veriyor. Bunların yaşanmaması için mücadele etmek varken; geçmişle yüzleşmekten korkmanın hiç bir anlamı yok. Bu sorunları çözmediğimiz, onlarla yüzleşmediğimiz takdirde safralarımız olarak bizi zehirleyecek. Sırtımızda hep kambur kalacak.

Aykan Özener; aynı şehirde yaşlanamayanların anılarına dokunduğu sergisinin en az fotoğraflar kadar etkileyici olan ismini koyarken, Kavafis’in Şehir şiirinden esinlendi.

Hümeyra’nın Şehir şarkısını çok severim. O şarkının sözlerinin Kavafis’in şiiri olduğunu, Cevat Çapan’ın çevirdiğini sonra öğrendim. Cevat Çapan’ın Yunan şiirleri çevirisinde üstat olduğunu da belirtmeliyim. Fotoğraflarımın altında onun çevirdiği Kavafis’in Şehir şiirinden ve Ritsos’un Ölü Ev isimli şiir kitabından dizeler yer alıyor. Mübadele yaşayan şairler oldukları için mübadeleye dair çok güçlü şiirler yazmışlar. Aynı Şehirde Aklar Düşemedi Saçlarına ismi de; Kavafis’in ‘Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir, sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın’ dizelerinden çıktı. 2005 yılında sergiyi ilk açtığımda fotoğrafların altında dizeler yazması güzel bir etki yaratmıştı. Sergileme teknikleri çok çabuk değişiyor, şimdi olsa belki bu sergiyi daha farklı bir şekilde açabilirdim. O zaman için, fotoğrafların büyük baskı ve sepya olması oldukça beğeni toplamıştı. Herkes sepya sergi açmıyor, sepya çalışarak geçmiş hissi vermek istedim. Geçmişte yaşananlar bugün hala o evlerin içinde, fotoğraflarda…

Ritsos’un Ölü Ev isimli kitabını herkesin okumasını çok isterim. Adada görüp etkilendiğim, fotoğrafını çektiğim şeyleri gerçek bir şekilde anlatmış şiirlerinde. Mübadele, tehcir ve İmroz’da yaşananlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenlere, okuduğumda beni çok etkileyen ve konuyu kafamda şekillendiren, bitiren Kemal Yalçın’ın Emanet Çeyiz, Hülya Demir ve Rıdvan Akar’ın İstanbul’un Son Sürgünleri, Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikayesi serisi ve son çıkanlardan, kapağında benim çektiğim bir fotoğrafın yer aldığı Deniz Kavukçuoğlu’nun Hüzün Adasında Bir Köy isimli kitaplarını tavsiye ederim.

Aykan Özener’in, Gökçeada Günlerinin en ilgi çeken köşesi olan fotoğraf sergisinin adaya gelinceye kadar süren uzun yolculuğuna dair unutamadıklarından biri, İstanbul’da sergiye ilgi gösterilmemesi.

Sergiyi 2005 yılında Erdal Öz’ün teklifiyle Can Yayınları’nın Galatasaray’daki galerisinde açmıştık.
6 ? 7 eylül olaylarının yaşandığı İstanbul’da bu sergiyi açmak, o zaman için zordu. Genç kuşak fotoğrafçı arkadaşlarım dışında sergiye kimse gelmemişti. Erdal Abi, basına Can Yayınları olarak 150’ye yakın davetiye göndermesine rağmen serginin haber dahi olmamasından dolayı şaşkın ve üzgün olduğunu söylemişti. Çok sonra biri bana dedi ki; sergine ‘Bartholomeos’u çağıracaktın, sergiyi gezerken biri onun üstüne çay dökecekti, bak o zaman olay olacaktı, sergin büyük sükse yapacaktı’ Serginin basında haber olmamasının altında böyle kirli düşünceler yatabilecek olmasına çok şaşırdım. Şimdi bak geldik, adada açıyoruz. Yine biraz zorlandık belki ama sorun değil.

Aynı Şehirde Aklar Düşemedi Saçlarına fotoğraf sergisi, 9 yıl boyunca bir çok şehir dolaştıktan sonra artık son durağında; doğduğu ve ait olduğu adada. Başka bir yerde sergilenmeyecek bir daha o fotoğraflar ama devam edecekler gitmek zorunda kalanların yarım kalan hikayelerini, hayallerini anlatmaya, gidenlerin anılarıyla; karşılaştıkları yeni hayatlara dokunmaya… Aykan Özener’in hediye ettiği Zeytinliköy’deki İmroz Derneği’nin duvarlarında.

Bir de kitap olacak, tehcirden geriye kalan izleri saklayacaklar yerleştikleri raflarda; üzerlerine sinen ölü evlerin tozuyla…

“Yaşam binlerce öyküyle dolu… Başka öyküler kendi öykülerimizi de etkiler” diyen fotoğrafçı Aykan Özener; rastlayıp anlatmak ya da baştan yazmak istediği öykülerde onu heyecanlandıran anları, kahramanları fotoğraflıyor.

Kendi öyküsünden de bir iz katıp; hayatın belleğine bırakıyor.

80’lerin başında fotoğrafa başladığımda, çevremizdeki bir çok fotoğraf sevdalısının yaptığını ben de yaptım. Işığın peşinde koşmak, düzgün kompozisyonlar yaratmak, renklerle oynamak, fotoğrafı biçimsel güzellik olarak algılamak, tekil çalışmak… Belgesel fotoğrafa varıncaya kadar bunların hepsini yaşadım. Bu her halde insanın kendisiyle yüzleşmesi ve olgunlaşmasıyla ilgili bir süreç; çünkü o zaman kültürel yönden beslenmemişsin henüz, çok gençsin ve fotoğrafın anlatımcı yönünü es geçiyorsun. Kendimi bildikten sonraki bütün çalışmalarımda hep öyküler anlatmak istedim. Fotoğrafta seri çalışırken sadece güzellik peşinde koşmak zorunda kalmıyorsun; bir konuyu anlatmak için gerekli olan anahtar kelimelerin peşine düşüyorsun ve farkında olmadan kendi iç dünyanı keşfediyorsun. Bilinçaltın, eğitimin, dünyaya verdiğin önem, yakalamaya çalıştığın değerler ortaya çıkıyor. Yunan fotoğrafçı Nikos Economopulos’un; ‘Her belgeselci kendi yalanını söyler aslında’ sözü burada ortaya çıkıyor. Sen neyi nasıl algılıyorsan, nasıl anlatmak istiyorsan fotoğraf o… Bugün sergide oldu mesela; ben foto ? öykü yaptığımı düşünürken bir izleyici geldi, serginin içinden kendi foto ? öyküsünü çıkardı. Benim için hikaye burada, bu da benim hikayem dedi. 30 yıldır fotoğraf camiasındayım, gittiğim her yerde hikayeler düşünüyorum, en iyi nasıl anlatacağımı…

Hikayelerin yolu bazen kesişiyor. Bir dergi sayfasında ya da bir kitap kapağında bir fotoğrafla buluşup başka hikayeleri tamamlıyor. Mesela yüreğin götürdüğü yere gitmek gerektiğini yıllar öncesinden bir kitaptan bilenlerin aklında, pencerenin önünde oturan bir kadın olarak canlanıyor. Aykan Özener; kütüphanelerimize Susanna Tamaro’nun ‘Yüreğinin Götürdüğü Yere Git’ kitabıyla özdeşleşen fotoğrafın anlattıkları gibi, fotoğraf çekerken sadece içindeki sese kulak veriyor.

Bu güne kadar beni etkilemeyen, ruhuma değmeyen hiçbir şeyi çekmedim. Fotoğrafın sadece teknik olmadığını, AFSAD’da (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) 12 Eylül sonrası kuşağından, dünya görüşü olan güzel insanlardan öğrendim. Fotoğrafı teknik, öz ve biçim olarak ayırmışlardı AFSAD’da bize, tekniğin girdabında boğulmayın; öz, içerik daha önemli diye. Tamam biçim ve kompozisyon da önemli ama zaten bu temel sanat eğitimi. O kadar çok şey var ki fotoğrafın içinde kendimizi geliştirmemiz gereken… Yenilikleri sürekli internet üzerinde takip ediyorum, hala bir sürü fotoğrafçı, öykücü tanımaya, fotoğrafımı besleyecek kitaplar okumaya, farklı insanları anlamaya çalışıyorum. Bazen bana; hocam bu fotoğrafı hangi makinayla çektiniz diye soruyorlar ya da burada ışık mükemmel olmuş diyorlar. Oysa orada koskoca bir hikaye var, geçmişim var; es geçiyorlar. Evet ışığı iyi kullandığımı, fotoğraf tekniğimin güçlü olduğunu söyleyebilirim ama dediğim gibi bunlar temel sanat kuralları. Geriye kalan ve önemli olan ne anlattığın… Foto öykülerimde en çok dikkat ettiğim şey insan sıcaklığı, samimiyet, dürüstlük. Sanatsal kaygılarımı çoktan bıraktım. İnsanlar bana sanatçı diyor ama bunun bir önemi yok. Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Özgeçmişime öyküler koymak istiyorum.

Anlatmak istediklerini blog sayfasında, açtığı sergilerde, dergilerde yer alan fotoğraflarıyla, katıldığı seminer ve atölyelerde, derslerinde paylaşan; objektifine deniz kıyısından, balık sırtından yaşamlar, yer altından gün ışığına çıkan arkeolojik kalıntılar, kentten, insandan, doğadan, andan kareler takılan Aykan Özener, fotoğrafın belge gücüne ve arşivlenmesi gerektiğine inanıyor.

Türkiye’de anlatmamız gereken o kadar çok konu var ki. Özellikle son 10 yıldır dünya çapında bir çok fotoğrafçı Türkiye’yi çalışıyor. Ama biz Türkler hala gezi fotoğrafçılığı yapıp sanat fotoğrafçılığıymış gibi sunmanın peşindeyiz. Camiler, köprüler, medreseler, kaybolan meslekler… Küçümsemiyorum; çok güzel ışıklarla, açılarla çekilmiş fotoğraflar görüyorum ama bunların hepsi tekil. Tarihin çöplüğünde kaybolup gidecek. Bunları sanat tarihçileri zaten belgeliyor. Yenisini yaptığın zaman sadece kendi gözünü, ruhunu tatmin ediyorsun, kendi arşivine güzel görüntüler koymuş oluyorsun, o kadar. Eleştirmiyorum, zaman zaman hepimiz yapıyoruz; fotoğraf çeken bir insanın hafta sonları çıkıp doğa fotoğrafları peşinde koşmasının, yediğimizi içtiğimizi paylaşmamızın, burayı gördüm gibi çekimlerimizin aslında hiç bir anlamı yok. Bunlar tarihsel süreçte sosyolojik olarak şöyle değerlendirilecek; 21. yüzyılda fotoğraf öyle popüler olmuş ki, Türklerin yüzde 80’i de bunu çok sevmiş, ellerinde makinalarla ya da cep telefonlarıyla gezip her yeri çekmişler. Oysa çok daha güçlü ve kalıcı hikayeler anlatılabilir. Avrupalılarda müthiş bir belgeci anlayış var, yaptıkları her çalışmayı belgelemişler. Akşehir’in fotoğraflarını çekmemi istemişti belediye başkanı arkadaşım benden. Çektim ama arşive daha eski fotoğraflarını koymak istediğimizde Türkiye’de tek bir fotoğraf bulamadık. Hiç unutamam, Alman Arkeoloji Enstitüsünde fotoğraf başına 6 mark verdik, Alman Konsolosluğundan Akşehir’in fotoğraflarını satın aldık. Zamanında arşivcilik zihniyetlerinin çok iyi oturmuş olmasından kaynaklanıyor bu. Biz de şimdi çok ciddi bir şekilde arşivcilik geleneğini sürdürmeye çalışıyoruz. Bunun en güzel örneğini, Taksim Gezi olaylarında verdik. Taksim Direnişinin desteğiyle, Galata Fotoğrafhanesinden Yücel Tunca arkadaşımızın önderliğinde taksimdenelinicek.org adresinde müthiş bir Gezi arşivi oluşturduk. Kitap olarak da çıktı bu çalışma. Türk fotoğrafçılar yaptı bunu. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, çok güzel işler yapan Cem Ersavcı da Gezi’nin fotoğrafçısı olarak geçiyordu. O kuşağın hepsi gezinin fotoğrafçısıydı. Bu süreç, fotoğrafçıları çok kaynaştırdı. Şu an çok doğru bir yerdeyiz.

Uzun yıllardır Çanakkale’de yaşayan Aykan Özener, çektiği fotoğraflarla kentin belleğine notlar düşmeye devam ediyor. Açtığı sergilerle, düzenlediği etkinliklerle fotoğrafı ve çok önemli fotoğrafçıları kentle buluşturuyor. Üniversitede kurucusu olduğu ve danışmanlığını yürüttüğü fotoğraf topluluğu ÇOMÜFOT’da öğrencileriyle birlikte üniversiteler arası etkinlikler düzenliyor. 2007 yılında sona ermek zorunda kalan Çanakkale Fotoğraf Festivallerinin geleneğini, kurduğu Pan Görsel Kültür Derneğiyle sürdürüyor.

Çanakkale Fotoğraf Festivali’ni ilk kez 2002’de yaptık. 5 yıl boyunca Ara Güler hariç, Türkiye’nin en iyi fotoğrafçılarını Çanakkale’ye getirdim. Çok güzel iletişimler kuruldu festivalde, benim arkadaşlarım öğrencilerimin arkadaşları oldu, çok önemli çalışmalar kentin çeşitli yerlerinde Çanakkalelilerle buluştu. Fotoğrafa gönül veren güzel insanlar Çanakkale’de bir araya geldi. Yalnız ilk festivalde yaşadığım zorluklardan sonra bırakmam gerekiyordu. Yaptığın işi kabul ettirebilmek, ne yaptığını anlatabilmek çok zordu ama beşe kadar dayanacağım dedim. Hiç unutmuyorum, Cumhuriyet Gazetesi şöyle bir başlık attı; ‘Çanakkale’den Küba’ya fotoğraf’… Çanakkale’deki bir fotoğraf sergisiyle Küba’daki bir fotoğraf sergisi Cumhuriyet Gazetesi’nin kültür sanat sayfasında birleşti. Bunu başarmışken, elimizde böyle güçlü bir festival varken, kurumlardan; biz size nasıl yardımcı olabiliriz, ne yapabiliriz gibi bir destek bekledim. Çanakkale’ye Balkanlardan, Ortadoğu’dan fotoğrafçılar gelmesini ve bu festivalin büyüyerek devam etmesini istedim ama olmadı, 2007’de bitirdim.

Çanakkale küçük bir şehir gibi gözüküyor; onlar gelse ne olacak gibi ama işin aslı öyle değil. Etrafımızda İzmir, İstanbul, büyük metropoller var. Festivalleri hafta sonunda yapıyordum, birçok şehirden izlemeye geliyorlardı. Kente bir devinim sağlıyordu. Bu festivali çok önemsedim, bir kaç kişiye anlattım. Hiç heyecan duymadılar. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok derler ya hani, kimseden bir destek gelmeyince ben de küstüm.

İki yıl önce Pan Görsel Kültür Derneğini kurduk. Okulda ve kentte destek alarak yapamadıklarımı imece usulü burada yapmaya çalışıyoruz. Fotoğrafla, sinemayla, kitapla, söyleşilerle dolu dolu beslendiğimiz dost bir ortam kurduk. Pan Görsel Kültür Derneğine dair çok olumlu dönüşler oldu. Maddi yönden sıkıntıya düşüp derneği kapatmaya kalktığımızda biz burada soluklanıyoruz, kapatırsan bize kötülük yaparsın gibi sözlerle vazgeçirdiler beni. Şu anda yolunda gidiyor. Bu yıla dair de çok daha güzel düşüncelerimiz var.

arsivfotoritim.com/yazi/aykan-ozener-ayni-sehirde-aklar-dusemedi-saclarina/
facebook.com/pangorselkulturdernegi?ref=ts&fref=ts
aykanozener.wordpress.com/

“Aynı Şehirde Aklar Düşemedi Saçlarına” sergisine ait yazıda kullanılan fotoğraflar; Aykan Özener Photography sayfasından alınmıştır.
Işığın ardında saklanan hikayelerin peşine düşüp bambaşka görme biçimleriyle hayatlarımıza kattığı, bildiği her şeyi biz öğrencileriyle paylaştığı, Pan Görsel Kültür Derneğini açarak ve her şeye rağmen açık tutarak kente ve bizlere anlam kattığı, sergisinin Gökçeada’dayla ilk, son ve çok özel buluşmasına tanık olmama sağladığı, bu şahane söyleşiyi yaptığı ve anlattıklarıyla, fotoğraflarıyla adanın hikayesinden bir iz bıraktığı için çok sevgili Aykan Hocama sonsuz teşekkürler…

‘ÇANAKKALE İÇİNDE’ Notu: Bu içerik Güneş Dermenci’nin izniyle, gunesinenerjisi.wordpress.com/ adresli blogundan alınmıştır.

Filtreler:
Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir