Murat Menteş: “Bir Roman Çok İyi Değilse, Hiç İyi Değildir”

18 Şubat 2014

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ)’nden Gökçe Güzel, Gökay Kültür – Kitabevi tarafından düzenlenen imza günü için Çanakkale’ye gelen ünlü yazar Murat Menteş ile bir röportaj gerçekleştirdi:

Hoş geldiniz, Sayın Menteş… Gökay Kitapevi’nde imza gününüz sona erdi nasıl buldunuz, Çanakkale’deki atmosferi?
– Çanakkale Türkiye’nin sembol şehirlerinden biri ve insanların gönül bağı kurdukları bir yer. Çanakkale’ye daha önce ailemle birlikte şehitlik ziyareti için gelmiştim. Şehir hakkında çok fikrim yok ancak burada 8 tane kitapçı olduğunu ve Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Kütüphanesi’nin 7 gün 24 saat açık tutulduğunu öğrendim. Bu beni çok sevindirdi. Demek ki Çanakkale’de okuyan, düşünen, kendi aydınlanması peşinde olan insanlar var.
İmza gününde çok pırıltılı gençlerle tanıştık. Üniversitelerin güçlü olduğu şehirlerde bu tür etkinlikler daha esaslı geçiyor.

Biz sizi sadece kitaplarınızdan değil, afilifilintalar.com’dan da takip ediyoruz. Afili Filintalar nasıl bir oluşumdur, Afili Filinta olmak için ne yapmak gerekiyor?
– Afili Filintalar edebiyatın, sanatın ve düşüncenin; ideolojik ayrımlarla değil de belli bir seviye tutturmakla ilgili olduğunu düşünen insanların ittifakı. Elbette birlikte hareket ettiğimiz yazarlarla aramızda bazı yaklaşım ve üslup benzerlikleri de var. Bence, Afili Filinta olmak, her şeyden önce, ayrımcılığa prim vermemek anlamına gelir. Yani ille de somut olarak bu oluşumun içinde yer almanız şart değil.

Sosyal medya size ne ifade ediyor?
– Sosyal medyada ve tabii genel olarak medyada boy göstermeye hevesli değilim. Sosyalleşmeye inanmıyorum. Arkadaşlığa inanıyorum.

Afili Fliintalar’da çok değerli yazarlar var. Aslında birbirinizden farklı görüşlere sahip olmanıza rağmen her çalışmanızda birbirinizin ismini geçiriyorsunuz, kitaplarınızla destek oluyorsunuz. Camianızda bu çok görülebilen bir şey değil, bunu nasıl başardınız?
– Destek olmak mı? Bizler birbirinden istifade eden, birbirine fayda sunan kişileriz. Fakat bu, çıkar ilişkisi kurduğumuz anlamına gelmiyor. Mesela, Alper Canıgüz’ün ilk romanının kapağına baktığımda, çok önemli bir eser olduğunu sezmiştim; hemen alıp okudum. Ah Muhsin Ünlü’yle, Şafak Altun’la, Murat Uyurkulak, Fatih Altınöz, Gökhan Özcan’la tanışmalarımız hep birbirine benzer. Önce eserle, sonra yazarla buluşurduk. Arkadaşlığımızın temelinde, birbirimizin okuru olmaktan memnuniyet, hatta gurur duyuşumuz var. Biraz fazla havalı bir olay, fakat gerçek.

Samet Karagöz ile Afili Filintalar yollarını ayırdı. Ancak sizin Klark’ta ya da Standart FM’de güzel bir partnerliğiniz vardı. Bu devam edecek mi, yeni projeler var mı, sizleri ekranlarda görecek miyiz tekrar? 
– Bana kalsa asla televizyona, ekrana çıkmam bundan sonra. Şimdiki aklım olsa program da yapmazdım. Fotoğraf bile çektirmezdim açıkçası. Bu ayrı bir hikaye. Samed Karagöz’ün siteden ayrılması, meteorolojik bir olaydır. Mevsimler gibi düşünün bunu. Yaz gelir, ışık değişir, ısı değişir. Fakat sonra gene kış gelir. Demek istediğim, Samed’le dostluğumuz sürüyor. Afili Filintalar’dan ayrılan tüm arkadaşlarımız, istedikleri zaman geri dönebilirler.


“OKUR, KİTABI, YAZARDAN İYİ BİLEBİLİR”
Leyla ile Mecnun dizisinde bir an olsun sizi görmüş olan sevenleriniz çok mutlu olmuşlardı. Okurlarınızla buluştuğunuzda siz neler hissediyorsunuz?
– Rahmetli Atila İlhan’ın sevdiğim bir sözü var: “Bizim asıl okurlarımız yakınlarımız, eşimiz, dostumuz, tanıdıklarımız değildir. Bizim hiç tanımadığımız, uzakta, başka şehirlerde, başka hayatlar yaşayan kimselerdir.” İmza günlerinde 1-2 dakika görüşüp selamlaşıyoruz o kadar. Bu bir nevi gönül bağı… Edebiyat da, diğer sanatlar gibi, iyi bir insan olma arayışıdır. Yazarlar, iyi insanlar olmaya çalışırlar. Söz söyleme yetisi, yetkinliği kazanma çabasının asıl manası budur. Okurlar da yazarla aynı yolu yürürler. Alberto Manguel der ki “Bir kitabın ideal okuru, o kitabın yazarı değildir.” Okur sıfatıyla karşınıza çıkan kişi, sizin kitabınıza sizden daha çok emek vermiş biri olabilir.

Sizin içinizde bulunduğunuz oluşumlarda, profillerinizde, kitaplarda genellikle erkek figürü kullanılıyor. Bunun bir sebebi var mı?
– Erkek olmak ya da kadın olmak hakkında hiçbir fikrim yok. Kayıtlarda erkek diye geçiyoruz, bildiğim tek şey bu. (Gülümsüyor.) Şaka bir yana, artık barış çağına giriyoruz. İletişim ve ulaşım, küresel düzeyde hızlandıkça; kapitalizm de barışa muhtaç hale geliyor. Sanayi çağının savaş ekonomisinin yerini, dijital çağın barış ekonomisi alıyor. 2012 yılında 1 milyardan fazla insan bir ülkeden diğerine gitti. Her gün, 100 milyonlarca insan uluslararası görüşmeler, konuşmalar yapıyor. Kısa bir süre sonra zorunlu istisnalar hariç hepimiz turist olacağız. Turizm, barışa ihtiyaç duyar. Bu koşullarda ticaret de manevi değer ve özel tasarım odaklı olacak. Barış olgusunun içini doldurmayı öğrenmemiz gerekiyor artık. Yüzeysel, ticari bir barış sürecinde; zengin içerikli bir barış kültürü oluşturabiliriz. Sanırım kadınların bilgisi, müktesebatı, hissiyatı çok daha önem kazanacak. Bizim, Afili Filintalar olarak biraz erkeksi, hatta maço olarak algılanmamız, stratejik davranmayı, imajımızı yönetmeyi beceremeyişimizden. Yakından bakılsa, gayet centilmen, özgürlükçü insanlarız.

“OKURLAR BASİT VE YÜZEYSEL ROMANLAR İSTEMİYOR”
Okuyucu kitlenizin hiçbir sınırı yok. Üniversiteli gençler sizleri beğenerek takip ediyorken, anne babalar da okuyor; mahalle kültürü yaşayanlar da, plazalarda çalışanlar da… Bunu neye bağlıyorsunuz? Hikayeleriniz çok kolay anlaşılır hikayeler de değil, okuyucunun üstünde düşünmesi gereken karakterler ve hikayeler yazıyorsunuz. Buna rağmen kitlenin bu kadar çeşitli olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Şans. Francis Bacon der ki “Başarılarınızdan bahsetmeniz gerekirse, elde ettiğiniz sonucu şansınıza bağlayın. Böylece, kıskançlıkları biraz yatıştırırsınız.” Mank Twain de “Şansa elbette inanıyorum” der, “aksi takdirde, sevmediğim kimselerin başarısını nasıl açıklayabilirdim?” Çoğumuz, gençliğimizde, bazı ideolojik gruplara, örgütlere, camialara yakınlık duymuşuzdur. Dünyayı anlamak, hayata hazırlanmak için bir tür idmandır bu. Fakat zamanla kendi fikirlerimizi, tarzımızı ortaya koyarız. Ben barışçı ve özgürlükçü bir ortak paydayı arıyorum. Bunu da gelişkin bir biçimde, incelikli bir sanat anlayışı, yetkin bir üslup, güçlü bir entelektüel birikim eşliğinde yapabilirsek; işte o zaman evlatlarımıza, ülkemize bir faydamız dokunur. Romanlarım hakikaten basit metinler değil. Fakat insanlar zaten banal ve yüzeysel hikayeler aramıyor ki. Tabii ki güzel bir Türkçeyle, zekice hikayeler anlatacağız. Hepimiz günün birinde; duygularımızı, inançlarımızı sömüren yazarlara, bizi kandıran, yanıltan yazarlara kızmıyor muyuz?

“DUBLÖRÜN DİLEMMASI FİLME DÖNÜŞÜYOR!”
Peki, bu romanlar filmlere çevrilebilir mi?
– Umarım… “Dublörün Dilemması”nın senaryosu yazıldı, bakarsınız bir iki yıl içinde çekilir. Film ile roman farklı alanlar. Okuması çok büyük heyecan uyandıran bir metin, beyaz perdede sönükleşebilir. Kısaca söyleyeyim: Sinemada basit ve güçlü hikayelerin; romanda ise iddialı, görkemli hikayelerin daha etkili olduğuna inanıyorum.

Sosyal medyada sizin fotoğraflarınızın altında bazı cümleler yazılıyor ve sizinle özdeşleştiriliyor. Bu cümleler size mi ait, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
– Romanlarımdan çokça alıntı yapılıyor. Buna bir itirazım yok. Fakat “Nasrettin hocanın torunlarıyız”, “Yazı gelirse benimsin, tura gelirse seninim” gibi bana atfedilmiş cümleler var. Bu lafları ne söyledim, ne yazdım. “Paylaşım” adı altında bu tür hatalar yapılması ilginç.

“ZEKİ YAZAR NASIL OLMALI?”
Sizin hikayenizi okuduğumuzda, bokstan şiire yumruktan kaleme bir geçiş var, sert bir geçiş, radikal bir geçiş. Romanlarınızda karakter isimleri çok orijinal hikayeler çok orijinal… İnsan sadece isimleri düşünerek bile kendi içinde bir yolculuğa çıkabiliyor. Bu kadar bilgi bir kitapta nasıl toplanıyor? Günlük hayatta sürekli not alan, bir şeyler yazıp çizen, onu gördüm öğreneyim, araştırayım diyen birisi gibi düşünüyoruz biz sizi.  Yazmaktan ziyade hazırlık aşaması sizin için çok daha uzun sürüyordur muhakkak. Bu yazma süreci nasıl gelişiyor?
– Çok teşekkür ediyorum, güzel şeyler söylediniz sanki.(Gülüyor) Zekanın çeşitli tanımları var: Adaptasyon yeteneği veya ayırıcı nitelikleri keşfetmek gibi… Zeki yazar, eserde birçok şeyi birarada yapmalı: Çarpıcı bir fikir bulmalı, kontrollü bir dağınıklık yaratmalı, edebi sanatların tümünü icra edebilmeli, bazı edebi sanatlarda iddialı olmalı, anlatımı akıcı kılmalı, bilgi vermeli, düşündürmeli fakat okura bir fikri empoze etmemeli; muhakkak duygulandırmalı fakat asla duygu sömürüsü yapmamalı; basit olayları zenginleştirebilmeli, karmaşık olayları toparlayabilmeli, okurun aklından ve kalbinden geçenleri sezebilmeli… O zaman yazdığınız romanın okur için vazgeçilmez bir değeri olur. Yani “Bu romanı satın almakla, okumakla iyi ettim” der. Böylece, kalbinde sizinle helalleşir. Roman çok iyi değilse, hiç iyi değil demektir.

İyi bir okuyucunuz olarak soruyorum bu soruyu romanlarınızda özellikle “Korkma Ben Varım” kitabında Çin atasözleri ve şarkı adları sıklıkla karşımıza çıktı. Açıkçası ben bu sözler var mı gerçekten diye düşünüp sizin kitabınızı Google’la beraber okuyorum. “Gerçekten var mı bu şarkılar bu şiirler bu sözler” diye sürekli bir ikilemde bırakıyorsunuz okuyucuyu. Şarkıları bu kadar kullanmanızın sebebi ne? Kendi sevdiklerinizi mi kullanıyorsunuz yoksa romana göre mi şekilleniyor?
– Şarkıları, sevdiklerimden seçiyorum. Romanlarımdaki alıntıların birçoğunu uyduruyorum. Tabii ki kimseye söylemediği bir söz atfetmiyorum, kişileri de uyduruyorum. J Bunlar edebiyatın esnek, “oyuncaklı” tarafları.

Orhan Gencebay ve Cüneyt Arkın sevgisi nereden geliyor, onlarla tanıştınız mı?
– Onları sevmek, nadir görülen bir şey değil. Cüneyt Arkın’la 20 yıl kadar önce tanışmıştım. Orhan Gencebay ve Cüneyt Arkın Türk popüler kültür tarihinin en önemli sanatçılarından. Cüneyt Arkın, Türk sinemasının en büyük starıydı, hala öyle. Gencebay, 20.yüzyılın Karacaoğlan’ıydı. Cüneyt ve Orhan Beyler, 1970’leri birlikte icat ettiler. 70’li yıllar gerçekten bambaşkaydı. Öyle düşünüyorum. Bu nedenle, Korkma Ben Varım’da bir bölümün başlığı şöyledir: “1970’lerde Allah bizimleydi.” Kısacası Arkın ve Gencebay’a büyük bir muhabbet ve sonsuz saygı duyuyorum.

Hani derler ya “delilikle dahilik arasında bir çizgi var” diye, sizin hep o çizgide gidip geldiğiniz söyleniyor okuyucular tarafından siz kendinizi nerede görüyorsunuz?
– Ben normal görüyorum kendimi. Romanlarımdaki karakterlerin çılgın olması, benim de öyle olduğum anlamına gelmiyor. Ben 3 çocuk babası, pijama giyen bir insanım. Kendi yaptığı şakalara gülen bir insanım. Küçük oğlumla birlikte sokakta kedilere yiyecek veriyorum. Bayramda gidip büyüklerin ellerini küçüklerin gözlerini öpüyorum.

“DÜNYA KUTSAL BİR YER”
1970’ler den bahsettik az önce ama bir zamana ait olma şansınız olsaydı hangi zamanda yaşamak isterdiniz?
– Onu bilmiyorum ama galiba uzun yaşamak iyi olurdu. Dünya bence kutsal bir yer. Allah hepimize uzun ömür versin.

Peki, Murat Menteş ne olmazsa yaşayamam der? Ya da yaşarım da zor yaşarım… Var mı öyle bir şey?
– Biraz magazinel bir soru. Fakat cevabı hakkında uzun düşünürsen felsefileşebilir. Ben bir babayım ve çocuklarım olmadan yaşayamam. Bu çok acayip bir durum. Çünkü,çocukların yokken, onların varlığının doğuracağı farkı hiç bilmiyorsun. Baba olmak, dünyaya gelmek gibi. Hayret verici. Ve biraz da hazin, galiba.

“Hatasız kul olmaz diyerek” Orhan Gencebay’a selam gönderelim ve size de hatamız olduysa affedin diyelim. Çok teşekkür ediyorum zaman ayırdığınız için…
– Ben teşekkür ediyorum.

[comu.edu.tr]

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir