İmroz’un Defne’si Katina

MÜJDE AĞIR // Bir zamanlar Balkanlar’ın en büyük köyü iken, şu an acı içindeki hayaletlerin gezindiğini hissettiren Dereköy’den, yıkıntı halinde evlerden kendine anılar toplayan bir kadın kaldı aklımda. Elinde biriken anılar ile İçten içe yok oluşa direnmeye çalışan, kahkahalarıyla, tanık olduğu hüzün yumağını perdelemeyi çok iyi başaran bir kadın.

Taş yığınlarının, kırık pencerelerin ve yıllardır dokunulmamış kapıların arasından dolanıp otobüsün önünde durduğu kiliseye doğru yürümeye başladık. Bu sırada yeni satılmış eski Rum evlerinden birinde çalışan işçilerle selamlaştı Katina. Buradaki evler satılıp, yeni sahipleri tarafından onarılıyormuş. İçlerinden biri, ona doğru uzattığı bir şeyle Katina’yı çağırdı. Az sonra elinde eski, antika bir askılıkla geri geldi Katina. Pas ve kir içindeki parçayı gösterdi. Bir zamanlar çok güzel bir askılık olduğu belliydi, ancak şu an o da köyün tarihine ve anılarına yaraşır bir hale gelmişti.

O askılığı neden aldığını sordum. “Neden almayayım ki?” dedi, işçileri göstererek “Onlar beni bilir. Bu evlerden çıkan eşyaları saklarlar ve bana verirler.” Bunca dinlediğim öykünün, gördüğüm insanın, okuduğum acı dolu şeyin içinde bu muydu boğazıma düğümlenecek an? Buymuş… Katina’nın artık geri dönemeyeceği geçmişinden, çocukluğundan, arkadaşlarından, komşularından bir parça saklama arzusu. Yitirilmiş bir mazi vardı o pası ellerini kirleten askılıkta. “Ben bunu temizler, kullanırım, çok güzel değil mi?” dedi. Değildi! Çok güzel değildi. Hatta hiç güzel değildi! Ama Katina ona değerli maden bulmuş bir define avcısının aşkı ile bakıyordu. Öyle güzel gülüyordu ki gözleri… “Çok güzel” dedim ben de boğazıma duran ilk yumruyu yutup gülümseyerek.

İlk yumru… ikinci, üçüncü, beşinci, hepsi bu köyde ziyaret edecekti beni. Üç gündür artık dilimin Gökçeada demeye varmadığı İmroz’da gezerken bir yerlerde birikmişlerdi, ya da tam olarak hepsi bu köyde toplanmıştı. Kim bilir, belki de ilk olarak bir kitabın sayfalarında karşıma çıkan fotoğrafı ile tanıştığım Katina’yı, Dereköy tablosunun içine yerleştirmek gerekiyordu bunun için. Zira iki gündür geçtiğim her yol, gördüğüm her taş parçası, dinlediğim her hikaye bir anda Katina ile bütünleşerek anlam kazandı. Ve bilmiyordum ki, bu anlamlar onun hakkında öğreneceklerim ile daha sarsıcı bir hal alacak, bambaşka bir boyut kazacaktı.

Tarihi acıları sessizlikle anlatmak

78’liler girişimi bünyesinde gerçekleşen Röportaj Atölyesi’nin katılımcıları olarak İstanbul’dan Çanakkale’ye doğru yola çıktık. Yolculuk amacımız altın madenleri yüzünden yok edilmeye çalışılan Kazdağları’nın doğal güzelliklerini ve Gökçeada’da yıllardır türlü türlü azınlık sorunları yaşayan Rumları ziyaret edip saha çalışması yapmaktı. Üç gündür okumadığımız, dinlemediğimiz hikaye; konuşmadığımız insan kalmamıştı.

Son gün durağımız Dereköy’dü. Gökçeada’nın Rumlar tarafından terk edilmiş köylerinden biri… Otobüs sessiz sakin, imrenilecek kadar yeşil yoldan ilerlerken sağda solda gözümüze çarpan hayvanlar, dünyanın sonu gelmiş de orada bir tek onlar kalmış izlenimi yaratıyordu.

Köye varıp, eski bir kilisenin önünde durduğumuz zaman, aynı havanın burada da hüküm sürdüğünü gördüm. Bizden başka ortalıkta nefes alan tek bir varlık bile yoktu. Eski bir korku filminin içinde son kalan canlılar gibiydik.

Sessizlik… Bu köye en uygun sözcük buydu sanırım, sessizlik! Hava kapalıydı. Soğuğun gri rengi iyice sinmişti köyün her yanına. Parmak uçlarımı bir süre sonra hissettirmeyecek kasvetli, dondurucu bir havası vardı buranın. Yer yer taşların göründüğü toprak yoldan köyün içine doğru tırmanmaya başladık. Geçtiğimiz yolların kenarında yıkık dökük, bir zamanlar ev olduğuna inanmayı zorlaştıracak derecede harabe yapılar, bize adeta bu yalnızlığa ve ıssızlığa mahkum edilmiş köyde ne işimiz olduğunu sorgular gibi bakıyordu. O kadar terk edilmişti ki, sanki artık sokaklarına insan yakışmıyordu. Orada tıpkı eski ve yırtık bir perdenin yaması misali, sokaklara sonradan iliştirilmiş gibi durduğumuzu hissettim.

Taş evlerin kalıntıları, yıkık dökük olmasına rağmen aklımın alamayacağı bir şekilde çok güçlü duruyordu. Yalnız, hırpalanmış, ama hala güçlü… bize rehberlik eden Defne Derneği genel sekreteri Nilüfer Tarıkahya, “Bakın arkadaşlar, bu evlerden kalan duvar parçalarına bir çivi bile çakamadık!” dediği zaman bu evlerin büyük bir güç kullanılarak zorla yıkıldığını anladık.

Dereköy. Bir zamanlar Balkanlar’ın en büyük köyü olan Dereköy, şimdi bir hayalet köyüne dönmüştü. Burada çocukluğu, gençliği, en güzel yılları geçmiş olan Rumlar, yaşadıkları baskılar sonucu yurtlarını terk ettikten sonra, köyün canlılığından eser kalmamış. Adanın en büyük çamaşırhanesine doğru yol alıyoruz. Çocukluğunu hatırlıyor Katina ve anlatıyor,

“Çamaşırhanede buluşurduk haftanın belli günleri. Annelerimiz kül ve kireç ile çamaşır yıkarken bizler ortalıkta koşuşturur, oyunlar oynardık. Köyün kadınları dolmalar, börekler yapıp getirir, hem çamaşır yıkar hem de yer içer eğlenirlerdi.”

Bir ritüelmiş çamaşır günleri anladığımız kadarıyla. Çamaşırhane hala olduğu gibi duruyor. Ama tabii o da sessiz ve yalnız. Ve eminim ki daha gri rengi, Katina’nın çocukluğunda olduğundan.

Ve köyden bir ses geldi o sırada. Biz hala buradayız der gibi, içine düştüğümüz hayalet sokakların karşı çıkışı gibi, yaşam belirtisi için bir çırpınış gibi… Çan sesi! Kilisenin çanı yankılanmaya başladı yıkıntıların yüzeyinde. Burada yaşanılan, toprağın içine, taşların bağrına dek sinmiş acılara rağmen inancın direnişi gibiydi bu ses. Sanki; binlerce insan kaçıp gitmiş olsa da, buranın sahibi hayatlar köyü birer birer terk etse de, Tanrı hala buradaydı.

Kilisenin kocaman, eski, siyah demir kapısından bahçeye girdiğim sırada içeriden yükselen ilahiler ayinin başladığını haber veriyordu.Gözümü Katina’nın geçmişi maskeleyen gülen gözlerinden ayıramadan, yüzlerce ışıkla dağıtılmaya çalışılmış sisli bir havayı andıran kilisenin içine girdim ve onun karşısında, onu rahatça görebilen bir koltuğa iliştim. Bu andan sonrası, Katina, onun anıları, Dereköy’ün acımasız mazisi ve benim yıllardır irdelemediğim, kapkara azınlık hikayeleri ile süslenmiş hayatımın el ele vererek can yakıcı bir hüzün yumağına dönüşeceği, bitmek bilmeyen bir buçuk saat…

Bilinmeyen deli bir ruh
Ayinin ruhumda ve hatıralarımda yarattığı sarsıntı ile Tanrı’ya kayıtsız şartsız inanmak için çırpındığım dakikalar gözlerimden boşalırken defalarca Katina’nın meraklı bakışları ile karşılaştım. Bilmiyordu. Hiç bilmeyecekti belki de, elinde tuttuğu eski, paslı bir eşyanın, kendisinin ve tüm adanın kirli ve merhametsiz öyküsüne büründüğünü hiç bilmeyecekti. Ben de o sırada bu hikayeyi bütünleyecek ayrıntıları bilmiyordum. O an en baskın şeymiş meğer bilinmezlik.

Kilisenin demir kapısı, dikkatimi dağıtan bir sesle her açıldığında, içeriye yılların yavaşlattığı hareketlerle giren her ihtiyar adalı, mırıl mırıl kıpırdanan dudakları ile yaktıkları her mum, titreyen, yaşlılık lekeleri ile dolu, kırış kırış ellerinin İstavroz çıkarırken omuzlarında usulca gezinişi beni ayrı bir hikayeye sürükledi. Her biri adanın o askılık gibi eskiyip unutulmaya yüz tutmuş bir parçası oldu. Kimisi Katina’nın komşusu, kimisi öğretmeni, kimisi annesi oluverdi. Kimisi de çocukluğumun siyah beyaz anılarından, elinde tuttuğu mum ile dua ederken dönüp bana gülümseyen büyükannem…

Ayinin sonunda, papazın elinden aldığım ekmek lokmasını, boğazımdaki yumrudan kurtarıp yutmaya çalışarak dışarı çıktım. Kapıdan çıkmamla bir elin koluma dokunduğunu hissettim. Katina’ydı dokunan. Hem meraklı, hem de şefkat dolu bakışlarını kızarmış ıslak gözlerime dikmiş, gülümsüyordu. Ben de gülümseyerek elini sıktım. O sormadı, ben de anlatmadım. Sanki sessiz bir anlaşma gibi gülümsemekle yetindik.

Ben de bilmeyecektim o an, karşımda hüzünlü anıların kahramanı tablosunda duran kadının, İmroz’dan ayrılıp İstanbul’a döndükten sonra, onun hakkında bilmediklerimi dinlerken beni şaşkınlığa boğacak bir deli tarafının olduğunu. Örneğin usta bir dalgıç, cevval bir ahtapot avcısı olduğunu! Bir sonraki dersimizde hocamızdan Katina’nın daima banyosunda asılı bir balıkadam kıyafeti, mutfağında ise bir kavanoz içinde ahtapot hazır olduğunu dinlediğim zaman kalakalacaktım. Ahtapot avcılığında çılgınlığın sınırlarını, oğlunun nişanına giderken gördüğü ahtapotu yakalamak için kıyafeti ile denize atlayıp, nişana sırılsıklam gidecek kadar zorladığını öğrendiğimde kahkahalarla gülecektim. Gökçeada gazetesinin, Rumların mezar taşlarının kırılması üzerine mezarlıktan Katina’nın çıktığının görülmesi yönünde yaptığı bir haber ile üzerine atılan iftira yüzünden, bu gazeteyle hukuk mücadelesi verdiğini öğrendiğimde ise onun adına sinirlenecektim. Gökçeada’da güvenlik konusunda gayet zayıf bir evde bir kadın olarak tek başına yaşadığını duyduğum zaman tuhaf bir şekilde bir güven yayılacaktı yüreğime. Üstüne HDK kurucusu olduğunu ve bir Rum olarak BDP parti meclisine girdiğini de öğrenince ağzım açık kalacaktı. Ancak hani “O nasılsa her şeyin üstesinden gelir” düşüncesi midir bilemiyorum ama, rahatlayacaktım. Su serpilecekti yüreğime.

Aslında şaşırmamalıydım. Gördüğüm acı geçmişe karışan gözlerin sahibi, o ortalığı çınlatan, yüzüme tebessüm oturtan kahkahaları atabilmek için çok güçlü bir kadın olmalıydı. Tabii bir de deli bir tarafı…

Adadan ayrılırken en sıkı sarıldığım kişinin kendisi olduğunu hissetti mi bilmiyorum. Ama bende yarım kalan, oraya dönmem gerektiğini hissettiren bir şey vardı. Otobüse binmeden önce gözümün takıldığı son şey: Katina’nın elinde, şeffaf bir poşetin içinde gazeteye sarılmış, nereden ne amaçla alındığını ve ne olduğunu deliler gibi merak ettiğim, ruh halimin bir başka hikayenin kahramanı olarak hayal ettiği, baktığım anda beni o topraklara tekrar çekeceğini anladığım bambaşka bir şey…

‘ÇANAKKALE İÇİNDE’ Notu: Bu içerik Röportaj Atölyesi’nin izniyle, roportajatolyesi.com adresli web sitesinden alınmıştır. 2013 yılının Aralık ayında yazılmış bir röportajdır.

Filtreler:

Röportaj Atölyesi Son Yazıları...

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir