Bir Kadın Gazetecinin Gözünden “Çanakkale Savaşı”

Bir Kadın Gazetecinin Gözünden “Çanakkale Savaşı”
12 Aralık 2020

“Korkmuyor musunuz?” İşte Daima Maruz Olduğum Sual. Tehlike Ancak Siperlerde Ateş Edenler ve Hücum Edenler İçin Vardır”

Çanakkale Savaşlarının yaşandığı 1915 yılında Bulgaristan’ın Otro Gazetesi muhabiri Wanda Zembrzuska,  savaşları dünyaya duyuran tek kadın gazeteci oldu.

Fransızca, Bulgarca, Romence ve Almanca bilen Bulgar gazeteci Madam Zembruska’nın Çanakkale Cephesindeki izlenimlerini anlattığı mektuplar cephe hattındaki çarpışmalardan çok cephe gerisinde yaşanılan olaylardan söz ediyor. Cephedeki ilk haberini 2 Eylül 1915’te gazetesine ulaştıran gazetecinin mektupları, Çanakkale Cephesinde Türk tarafının cephe gerisinde yaşanılanlarına ışık tutuyor. “24  yaşında, orta boylu, beyaz tenli, sarı saçlı ve gözleri kestane renkli..” Çanakkale Savaşları’nda saklanan resmi yazışmalarda kendisinden böyle bahsedilen Otro Gazetesi muhabiri Wanda Zembrzuska, Çanakkale Muharebeleri tarihine savaşın tek kadın muhabiri olarak adını yazdıran kişi. Zembruska, Beşinci Osmanlı Ordusuna muhabir olarak katılmak için Osmanlı Makamlarına gerekli olan resmi başvurularda bulunur. Bulgar Gazetecinin bu konudaki izin talebi ilk olarak 3 Ağustos 1915 tarihinde Hariciye Nezareti Matbuatı Umumiye Müdüriyetinin Karargâh-ı Umumi İstihbarat Şubesi Müdürlüğüne gönderdiği yazıyla dile getirilir. Bunun üzerine Başkumandanlık Vekâleti 17 Ağustos 1915 tarihinde Gelibolu’daki 5’nci Osmanlı Ordusu Komutanlığına gönderdiği yazıda genç muhabirin bu talebinin uygun olup olmadığını sorar. Bir gün sonra alınan ve ordu kurmay başkanı Alb. Kazım Bey’in imzasını taşıyan cevabî telgrafta Madam Zembruska’nın cephede harbi takip etmesinde bir sakınca olmadığı yazılıdır. Madam Zembruska’nın Beşinci ordu saflarına harp muhabiri olarak katılabilmesi için gerekli olan muhabirlere ait orduya iltihak ruhsatnamesi, 19 Ağustos 1915 günü İstihbarat Şubesi Müdürlüğünce hazırlanarak Karargahı Umumi Erkanı Harbiye Reisi General Bronsat tarafından da aynı gün tasdik edilir. Artık Madam Zembruska’nın Çanakkale Meydanı Harbine gitmesi için hiçbir engel kalmamıştır. Emre göre görev müddetince birlik olarak yalnızca Beşinci Ordu Karargâhında ve mevki olarak Gelibolu’da dolaşabilecektir. Aksi takdirde Beşinci Ordu Komutanlığı tarafından tutuklanarak İstanbul’a geri gönderilecektir. Gerekli izinleri aldıktan sonra Gelibolu’ya doğru yola çıkan Wanda, ilk haberini ise 2 Eylül 1915 tarihinde Otro Gazetesi’ne ulaştırır.

TORPİDO İLE ÇANAKKALE YOLCULUĞU

Wanda, Çanakkale Muharebeleri II Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivleri’nde yer alan 2 Eylül 1915 tarihli ilk mektubunda, Çanakkale Cephesine mühimmat ve malzeme taşıyan üç nakliye şilebini Marmara Denizi’ndeki denizaltı hücumlarına karşı korumakla görevli olan bir torpidoyla sıcak bir ağustos akşamında İstanbul’dan ayrılıyor. Uzun süren resmi işlemlerden sonra amacına ulaşan Wanda, iyimser bir yaklaşım ile yaşadıklarını “Fakat ne olursa olsun hüsn-i neticeye iktirân eden her sey bence iyidir” sözleriyle dile getiriyor. Torpidoya bindiğinde mürettebatın kendisini “Bu kadın aramızda mıntıka-ı harpte ne arıyor?” dercesine şaşkın bakışlarla karşıladığını belirten kadın gazeteci, Otro Gazetesi’ne gönderdiği ilk mektubunun sonunda ise şu ifadelere yer veriyor: “Sonra makine dairesiyle telsiz-telgraf kabinesinden akseden madenî tıkırtılar, kaptan köprüsünden yükselen evâmir-i askeriye, denizin müsa‘sa‘a-i emvâcı arasında kaybolup gidiyordu. Torpido yaydan fırlamış bir ok süratiyle ve bir yarasa gibi gecenin karanlıklarından pervâ etmeksizin kat‘-ı mesafe ediyordu. Saat on. Kabineme çekildim. Burada ihtisâsâtım gayr-ı kâbil-i tasvîrdir. Düşman tahtelbahiri tarafından görünmek tehlikesine binâen kaptanın emriyle torpidodaki ziyâlar kâmilen itfâ edildi. Simdi siyah bir heyûlâ gibi hareket eden bu demir mahfaza içinde birçok insan bulunduğu hâlde mevtin, ademin etrafında dolaşıyor ve belki şimdi mevt, onun siyah vücudunu ısırmak üzere dişlerini bile gıcırdatıyor. Kabinemde dalgaların ve üstümde bulunan telsiz-telgraf cihazının sadâ-yı madenîsini işitiyorum. İlk defa olmak üzere bu sükûn ve tenhâî içinde kalbimden bir lerze-i hirâsın geçtiğini hissettim ve şimdi vâlidemin öğretmiş olduğu ve benim birçok zamandan beri metrûk ve mensî bıraktığım duaları yatağımın üzerinde diz çökerek okumaya basladım. ‘Yâ Rabbi! dedim, bizi görünmeden gelen, görünmeden kalbimize pençelerini, tırnaklarını uzatan ölümden muhafaza et! Sen Kâdir-i Mutlaksın!..’ Sonra müsterîh bir uykuya daldım. Meydan-ı harbe giden güvertedeki askerlerde şüphesiz ki aynı vech ile dua etmislerdir. ‘Cenâb-ı Hak, Kâdir-i Mutlak’dır. O’nun müsaadesi olmadan hiçbir sey olamaz’. Şimdi sükût, karanlık ve mechûliyet… Makineler âdetâ hareket etmez bir hâle geldi. Torpido semâtetsiz, gürültüsüz, Çanakkale mersâsına doğru uçuyor, uçuyor, uçuyordu. Yarın kim bilir nerede uyanacağız? Fakat acaba uyanacak mıyız? ‘Allah, Kâdir-i Mutlak’dır”

ÇANAKKALE’YE DOĞRU TEKİRDAĞ İZLENİMLERİ

Çanakkale Savaşı’nın kadın gazetecisi Wanda, Marmara Denizi’ndeki yolculuğun ilk sabahında cephenin en önemli lojistik destek merkezlerinden biri olan Tekirdağ’a ulaşılır. İkinci mektubunda Tekirdağ’ı yakından görme fırsatı bulduğunu söyleyen Wanda, Tekirdağ’ın Türk şehrinden ziyade bir Rum kasabasına benzediğini belirtiyor. Wanda’nın ikinci mektubu: “Bulgar askerinin pây-ı istilâsı altında kalan bu kasabayı, ne torpidonun Alman olan kaptanı ne de refîklerim harb muhabirleri tanımıyorlardı. Benim de bu husustaki malumâtım, kasabanın ismini işitmiş olmaktan ibaretti. Türk zâbitlerinden birinin: ‘Bulgarlar geçen Balkan Harbi’nde burada idiler.’ demesi üzerine bütün huzzâr adem-i itimad ifade eden bir vaziyetle şu suâli îrâd ettiler: ‘Nasıl? Buraya kadar geldiler mi?’ Şimdi bu küçük kasabayı hayretle temâsâya dalmıştım. 1912 senesinde Tekfurdağı’nda bulunan bir dostum tarafından gönderilip Sofya’da yazı masamın üzerinde açıp okuduğum mektupları hatırlıyorum. Şimdi kasabayı hayretle temâsâ ederken düşünüyorum: ‘Acaba o çiçekler şu küçük şehrin hangi bahçesinden koparılmıştı?’ Ve böyle tahayyülâtıma müstağrak olarak Tekfurdağı’nın dik ve taşlı yollarından yürüyordum. Tekfurdağı cidden güzel bir kasabadır. Fakat Tekfurdağı’nın hâl-i hâzırdaki vaziyet-i dil-rubâsı bir Avrupalının hoşuna gitmez. Fakat ihtimal ki birkaç sene sonra bu kasaba bir Avrupalıyı memnun edecek teferrücgâh hâline gelecektir. Şimdiki halde Tekfurdağı bir Türk şehrinden ziyade bir Rum kasabasıdır. Kasaba, ahşab hâneler ve şarka mahsus dükkânlardan müteşekkildir. Yollar dar ve taşlıdır. Kasabayı dolaştıktan sonra akşama kadar diz çöküp oturarak bol bol kahve içtik, bir taraftan da Tekfurdağı’na mahsus olan tatlı karpuzlar yedik. Hatta cephe-i harbe götürmek üzere yanımıza birçok karpuz aldık.Akşam üstü torpido hareket etti. Sabahleyin saat altıda güneşin ilk pûse-i tulû‘u ile deniz, geceki uykusundan uyanırken torpido, Gelibolu Sibh-i Cezîresi’nin sahile karîb bir noktasında tevakkuf etti. Öteden mevki kumandanı: ‘Çabuk, çabuk!’ hitabıyla bizi isti‘câle davet ediyordu. Bu davetten hiçbir şey anlayamamıştık. Hayretle kumandanın yüzüne bakıyorduk. O zaman kumandan ilâve etti: ‘Her gün bu vakitlerde altı ile yedi arasında düşman tayyâreleri ziyaretimize gelirler. Böyle bir zamanda torpido kenarında veya açık denizde bulunmanız iyi değildir.’ Karaya ayak basar basmaz zirveden heyecan-âmiz bir ses yükseldi: ‘Tayyâre geliyor!..’ O noktada elinde uzun bir boru bulunan nöbetçi bekliyor ve tehlikenin vürûdunu ilân eden kâhinler gibi mühlik tayyârenin takarrübünü ihbar ediyordu. Birdenbire ötedeki faaliyete bir akâmet geldi. Vapurlar, sandallar, çadırlar, insanlar, bârgîrler hep birer tarafa gizlendiler. Birkaç saniye yalnız başıma kalmıştım. Tayyâreyi görmek istiyordum. Fakat ansızın kolumdan çeken bir el lâkaydlığıma söylenerek beni yeraltına sürükledi.Biraz sonra tayyâre motorunun sadâ-yı  madenîsi işitilmeye başladı. Biraz sonra ötedeki nakliye seinelerine, kayalara çarpan bir aks-i sadâ, ‘bom bom’ diye inledi ve bütün semâtet bundan ibaret kaldı. Düşmanın attığı beş bomba nakliye sefâini arasında onları hasarzede etmeksizin isti‘âl etmisti. Birçok zamandan beridir ki İngiliz tayyâreleri her gün ale’s-sabah altıdan yediye kadar, kezâ akşam da aynı saatte buralarda uçar ve biraz bomba atıp para sarf ettikden sonra çekilir gider. Kumandan: ‘Daha bitmedi, daha başkaları gelecektir fakat o zamana kadar birer kahve içebiliriz.’ diye tebessüm ediyordu. Daha kahvelerimizi bitirmemiştik ki ikinci bir sadâ, ikinci bir tayyârenin vürûdunu ilân etti. Yeniden bir velvele, bir telaş başladı, haydi yerlere! Harb cephesine muvâsalatımızda pek garib bir suretde istikbâl olunduk.. Cephe-i harbe muvâsalatımızın ilk anında bomba ile karsılandık. Acaba daha sonra ne olacak?”

BEŞİNCİ ORDU KARARGAHI ŞAŞKINLIĞI

Üçüncü mektubunda, faytonla karargahın yolunu tutan Zembruska ve arkadaşları, bina yerine çam ağaçları ile örtülü gizli bir arazi ile karşılaşır ve çok şaşırır. Arabacı ekibi, “Burada!” diyerek durdurur, Wanda ve arkadaşları ise “Burada mı?.. Fakat burada hiçbir şey yok! Bizi Karargâh-ı Umumî’ye götür“ der. Eşyalarını indirip bir süre beklemeye koyulan ekibi çalılıklar arasından çıkan bir Yüzbaşı karargaha doğru götürür. Wanda yolda gördüklerini ise şöyle anlatır: “Çıplak ve çorak ovanın sîne-i sükûnunda yalnız çam ağaçlarının derinden gelen uğultusu hissolunuyordu. Zâbit, tereddüdümüz karşısında tebessüm ederek: ‘Geliniz…’ dedi. Zâbiti takibe başladık. Şimdi o, bir sihirbaz gibi ağaçlara, dallara temas ettikçe, birdenbire önümüzdeki dallar çekiliyor ve reh-güzârımıza dar bir bahçe yolu açılıyordu. Böyle birkaç kademe indikten sonra ihtiyar bir çamın gölgeleri altında gizlenen vâsi‘ bir siper üzerinde bulunduk. Köşede bir zakkum, güneşe karşı duruyor ve gül renkli çiçekleriyle havayı ta‘tîr ediyordu. Bu noktada vehleten birkaç bahçe sandalyesi ve üzerinde resimli birkaç gazete ile bir roman bulunan masa nazar-ı dikkate çarpıyordu. Şurada küçük taşlar ile örtülmüş dar bir yol aşağı doğru imtidâd ve bilâhare meyillenerek orman içinde kayboluyordu. Ötede kurumuş dere üzerine mevzû‘ küçük köprü, çamlar arasından nîm manzûr oluyor, çam dallarından yapılmış latif bir köşk de insanı hülyadâr gölgesine davet ediyordu. Acaba bu bir rüya mı? Yoksa hakikaten Karargâh-ı Umumî mi?.. Kendimi latif bir sayiyenin câzib tarhlarla müzeyyen bahçesinde zannediyorum. Biraz sonra hepimiz ale’l-acele bir tuvalet ile elbisele-rimizi değiştirerek masanın etrafına toplandık. Yüzleri güneşten yanmış çehrelerinde hûn-ı sebâb dalgalanan gençler, şen ve sâtır gülüp söyleşiyor, el-hâsıl her taraftan kahkaha tufanı yükseliyor[du]. Zâbitânın, beyaz ceketleri üzerine mu‘allak bulunan harb madalyaları, demir Alman salîbi, bu gölgeli muhitde donuk bir parıltı ile parlıyor. Latif bir sayiyenin gölgeli kameriyesi altında imiş gibi sükûn ve nese ile ta‘âm ediyorduk. Gelibolu mahsulâtı Alman şövalyezâdelerini pek memnun etmiyordu. Fakat hilâf-ı me’mûl olarak Bochum’dan getirilen altın sarısı biralar neşelerini tazeliyor, parlatıyordu. Bu tepelerden bin defa geçseydim, bu ihtiyar çam ağaçlarının altında bin sekiz yüz kişiden ibaret bir karargâh hey’etinin bulunduğunu kâbil değil hissedemezdim. Yavaş yavaş esen akşam rüzgârının ruh-nevâz teranesini dinliyordum. Ara sıra ordugâhdan yanık ve hazin Türk şarkıları kulağıma geliyor; ara sıra atların kişnemesi işitiliyor.”

SANDERS PAŞA İLE KARŞILAŞMA

Wanda’nın devlet arşivlerinde yer alan dördüncü ve son mektubunda, Çanakkale Savunmasının kaderi emir ve komutasına tevdi edilen Beşinci Osmanlı Ordusu Komutanı General Liman Von Sanders Paşa’n ın huzuruna çıkartıldığı yazılıyor. Kadın gazeteci, Sanders Paşa tarafından nazik bir biçimde karşılanır. Mektubunda Komutan Sanders’i övgüyle anlatan Wanda; “Şimdi karşımızda oturan bu 64 yaşındaki ihtiyarın emirleri sübhesiz ki sevile sevile icrâ ve tatbik olunur. Bu kadar ten-dürüst ve cevvâl bir adamın 64 yaşında olduğuna hakikaten biraz güçlükle inanılır. Vakur ve pür-azamet nâsıyesindeki mavi gözlerde nümâyân olan tebessüm eserleri bu vakur simâya aynı zamanda bir de letâfet bahşetmektedir. Liman Paşa’yı bundan fazla tavsîf ve tarif edemem. İlk ve son defa olmak üzere görüstüğüm Liman Paşa, hâtırımda kaldığına göre orta boydan biraz uzun ve biraz tıknazcadır. Onun çehresinde, Almanlara has olan tebessüm ve alâim-i sâdîyi her an görürsünüz. Her ne kadar Gelibolu’da bulunuyor isek de henüz cephe-i harbde değiliz. Bulunduğumuz mevkiden biraz ötede cereyan eden vekâyi‘ Liman Paşa’nın emrine menûtdur. Vâkı‘a bu hususda nâil-i müsaade olacağıma şüphe etmiyorum. Fakat Paşa’nın otomobili ansızın önümden hareket edince biraz müteessir oldum. Bir müddet sonra Liman Paşa’nın yâveri gelerek müsârunileyhin bizi şimdi kabul edeceğini söyledi. Liman Paşa bize tevcîh-i kelâm ile: ‘Karargâh-ı Umumî’ye hoş geldiniz, safa geldiniz.’ dedi. Paşanın, evâmir-i askeriye i‘tâsına alışmış olan bülend ve gür sadâsı şimdi latif ve nermîn idi. Sonra paşa bana hitab ederek: ‘Burada ilk defa olarak kadın görüyorum. Siz de siper ve ta‘biyeleri ziyaret etmek mi istiyorsunuz?’ ‘Evet, Paşam’ ‘Korkmuyor musunuz?’ İşte daima ma‘rûz olduğum sual. Halbuki hâl-i hâzır muharebelerini temâsâ, hiçbir vechile dâ‘î-i tehlike değildir. Bu hususda tehlike ancak siperlerde ateş edenler ve hücum edenler için vardır. Birkaç dakikadan beridir ki aramızda hararetli bir mükâleme cereyân ediyordu. ‘Çanakkale’de vaziyet ne merkezdedir?’ suretinde vârid olan sualimize kısa ve mûcez bir cevab olarak: ‘Mükemmel’ dedi, ‘İngilizler beyhûde yere ilerlemeye çabalıyorlar. Fakat yakında geri dönmeye mecbur olacaklardır. Üç aydan beri vuku bulan gayretlerine rağmen el-ân bulundukları yerlerden bir karış bile ilerleyemiyorlar. Onları tamamıyla mevzilerinden püskürterek denize atmaklığımız, beyhûde yere kahraman askerlerimizi telef etmek istemediğimizden nes’et ediyor. Düşman bulunduğu mevkide âciz ve ıztırârî olarak adım atıyor. Efendiler! Bu dediklerimi şimdi bizzat göreceksiniz!..” Alman Mareşalin yaveri Von Perike ile birlikte muharebe sahasına yapacakları ziyaretin planlarını yapan Wanda Zembruska, plana göre de ilk gidecekleri yerin Gelibolu’daki Anafartalar Cephesi olduğunu ve ziyaret edecekleri ilk komutanın da Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal Bey olduğunu belirtir. Wanda Zembruska Bulgaristan’daki Otro Gazetesine gönderdiği mektubunun bundan sonraki bölümünde Liman Paşa’nın emir ve komutasındaki Beşinci Ordu Karargahının idari yapısı ile Balkan Savaşı sonrası Osmanlı Ordusunu modernize etmek için Almanya’dan gelen Alman Askeri Heyeti ve bunların nerede, hangi sıfatlarla hangi görevlerde bulunduklarıyla ilgili bilgiler aktarır. Bulgaristan’a yolladığı mektuplarına Alman ve Türk Subayları arasındaki ikili ilişkilerden bahsederek son veren kadın gazeteci; ”Alman ve Türk zâbitânının münasebât ve revâbıtına dair vârid olacak suale söyle cevap verebilirim: Zâbitân-ı mezkûre beyninde samimi bir râbıta cây-gîrdir. Von Liebsich’in vefatı hâdisesi etrafında deveran eden sâyi‘ât Türk zâbitânı nezdinde bâdî-i nefret ve tel‘în olmuştur. Almanlık ile Türklük âdât ve tabâyi‘i beynindeki fark ve tezâd nazar-ı dikkate alındığı takdirde Karargâh-ı Umumî’de Almanlar ile Türklerin ayrı birer ordugâh teşkil eylemelerinin sebebi pek kolaylıkla anlaşılır. Onlar müteferrik olmakla daha rahat ve daha serbesttirler.” ifadelerini kullanır.

WANDA ZEMBRZUSKA KİMDİR

Bulgaristan Sofya doğumlu, Wanda Zembrzuska’nın (1889-1945) kökleri On dokuzuncu yüzyıla kadar uzanır. Bulgaristan’da Polonyalı tanınmış bir ailenin kızıdır.1917 Poznan (Birleşik Starołęka) savaşın sonundan itibaren Gurzynski adını değiştirdi, daha sonra Stanislaw Berger evlendi. Wanda Zembrzuska kocası ile Gurzyńska St kilise mezarlığında liyakat nişanıyla beraber gömüldüler.

 

 

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir