“Köyün Yarısı Satıldı, Kimsenin Haberi Yok!”

17 Aralık 2014

Türkiye sinemasının başyapıtlarından biri olan Nesli Çölgeçen’in yönetmenliğini yaptığı 1985 yapımı “Züğürt Ağa” filminde Türkiye’de 1980 sonrası gerçekleşen  siyasal ve ekonomik değişimin yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıklarında yarattığı dönüşüm güçlü bir mizahla anlatılırken, köyün ağası rolündeki Şener Şen’in “Satılık Köy Haraptar” tabelasının altında gelecekten endişeli ve kederli bakışları da filmle birlikte adeta zihnimize kazınmıştır. Röportaj Atölyesi ile birlikte Çanakkale Bayramiç’in Muratlar Köyü’ne giderken yol kenarlarında sıkça gördüğüm “Satılık Arazi”, “Satılık Bahçe”, “Satılık Tarla” tabelaları da tıpkı “Züğürt Ağa” filmindeki gibi bu bölgede bir  ekonomik ve toplumsal değişimin  işaretleri olabilir mi diye düşünmeden edemedim.

Kazdağları’nı korumak hepimizin sorumluluğu

Otobüsümüz ağır aksak Muratlar Köyü’ne doğru ilerlerken köy hakkında daha detaylı bilgi edinmek için ön koltukta oturan Çanakkale Çevre Platformu Sözcüsü Ziraat Mühendisi Hicri Nalbant ile sohbete koyuluyorum. Hicri Bey Kazdağları bölgesinde altın arama çalışmaları yapmak isteyen madenci şirketlere karşı verdikleri mücadeleyi anlatarak Muratlar Köyü’nün bu mücadelede özel bir yeri olduğuna değiniyor ve ekliyor “Muratlar Köyü bizim madencilik alanında eğitimleri ilk başlattığımız köy. Bundan yaklaşık 10 yıl önce köy halkını bilinçlendirmek, maden arama faaliyetlerinin doğal yaşama nasıl zarar verdiğini, yaşam alanlarımızı nasıl tehdit ettiğini anlatmak için ilk eğitimleri bu köyde yaptık.” Bu eğitimler ve bilinçlendirme çalışmaları zaman içinde meyvelerini verir. Birkaç yıl önce maden firmaları Muratlar Köyü’nde ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) toplantısı yapmak isteyince firma yetkililerinin geleceğinden haberdar olan çoğunluğunu kadınların oluşturduğu köylüler, civar köylerden destek için gelenler ve çevrecilerle birlikte protesto gösterileri düzenlerler. Yetkililerin toplantının yapılacağı yere girmesi engellenir, araçları kovalanır ve firma yetkilileri bölgeden ayrılınca da protestolara son verilir. Yıllar süren sondaj çalışmaları bölgeyi oldukça tahrip etse de çevrecilerin açtıkları dava neticesinde maden şirketlerinin Muratlar Köyü’ndeki altın ve bakır işletmesi için aldıkları olumlu ÇED raporlarının yürütmesi durdurulur. Şimdilik tehlike geçmiş gibi görünse de maden şirketleri henüz bölgeden ellerini eteklerini çekmiş değil. Hicri Nalbant çevre mücadelesinin uzun soluklu bir mücadele olduğunu belirterek “Yeryüzü cenneti olan Kazdağları’nı korumak, oradaki havayı, suyu, toprağı, ağaçları, hayvanları korumak geleceğimizi korumak demek. Kazdağları’nı korumak için altın tekellerine karşı mücadele etmek hepimizin sorumluluğu.” diyor.

Priamos’un kutsal şehri Truva bir aşk yüzünden yerle bir oldu
Hicri Nalbant’ın bu hatırlatmasıyla birkaç saat önce yaptığımız Bayramiç Ayazma gezisinde Kazdağları’nın görkemli ağaçlarını, berrak kaynak sularının çağıltısını, insanı mitolojik bir masalın içindeymiş gibi saran havasını hatırlıyorum. Homeros’un “İlyada” destanında adı “Bin pınarlı İda” olarak geçen, efsaneye göre Hera, Afrodit ve Athena’nın katıldıkları, Truva Savaşı’na yol açan o meşhur güzellik yarışmasının yapıldığı, Zeus’un doğduğu, Tanrıların Truva Savaşı’nı izlediği ve Afrodit’in ilk kez aşık olduğu bu coğrafyayı korumak geleceğimizi korumak olduğu kadar hikayeleri, ritüelleri, farklı inanışları, sentezlenmiş kültürleri, halkların sözlü mirasını ve M.Ö 7000’li yıllardan günümüze uzanan bir tarihsel mirası da korumak demek oluyor. Maden şirketlerinin hala bölgeden ayrılmamış olması bu topraklarda altın işletmeciliğine ilişkin emellerinden henüz vazgeçmediklerini düşündürüyor. Kulaklarımda yazar Yusuf Ay’ın gür sesi “Priamos’un kutsal şehri Truva bir aşk yüzünden yerle bir oldu” ve binlerce yıl sonra bu kez maden şirketlerinin altın aşkı bu coğrafyanın yerle bir olmasına yol açabilir diye kaygılanarak maden şirketlerinin yetkililerini Truva atının içine gizlenen Akhalılar’a benzetiyorum. Barış özlemiyle yanıp tutuşan Truvalıları kim bilir ne zaman tekrar gafil avlayacaklar diye düşünürken otobüsümüz nihayet Muratlar Köyü’ne ulaşıyor.

Taşrada zaman akmaz, düşer
Akşam üzeri yağmurun çiselediği, soğuk bir hava karşılıyor bizi. Hızlı adımlarla soluğu köy kahvesinde alıyoruz. Soğuğa rağmen kahvenin girişindeki iki masa da dolu. Girişteki ayakkabı tezgahına ilişiyor gözüm… Farklı renk ve modellerde bir sürü erkek ayakkabısı kutuların üzerine dizilmiş. Belli ki köy kahvesinin önü aynı zamanda küçük bir pazar yeri… Hepimiz bir an önce köylülerle tanışıp röportaj yapmak için adeta sabırsızlanıyoruz. Köy kahvesinin içine girdiğimde hemen ortada yanan sobayı fark ediyorum. Soba bir cazibe merkezi olarak herkesi çevresine topluyor. Biraz ısındıktan sonra kahvedekilerin meraklı bakışları altında hepimiz bir köşede röportajlarımız için çalışmaya başlıyoruz. Tanpınar’ın deyimiyle ne içindeyiz zamanın ne de büsbütün dışında… İçerdeki derme çatma masalar ve sandalyeler, masaların üzerindeki günlük gazeteler, şans oyunu kuponları, küllükler, biri çalışmayan iki televizyon, biraz ürkek  çokça şüpheci erkek bakışları, çay bardağının ve kaşığının şakırtısı, uğultular, duvarlardaki reklamlar, ilanlar, posterler, manzara resimleri, her biri farklı bir günü gösteren saatli maarif takvimleri Gezici Festival’de duyduğum “Taşrada zaman akmaz, düşer” sözünü hatırlatıyor bana. Zaman düşmesine düşer de sanki kadınlar için farklı bir yere düşüyor. Bu saatte bu köydeki kadınlar ne yapıyordur diye düşünüyorum. Altıncı şirketlere karşı en kalabalık, en güçlü tepkileri veren, mücadelenin ön saflarında yer alan kadınlar muhtemelen bu saatte evlerinde yemek yapmak, bulaşık yıkamak, evi temizlemek, çocuklara ve yaşlılara bakım hizmeti vermekle uğraşıyorlardır. Ne mesaileri ne de mücadeleleri bitiyor kadınların. Onlar bitmeyen mesailerini sürdürürken bizler de köyün nabzını tutmaya çalışıyoruz.

Köyümüzde geçim sıkıntısı var
Köy kahvesinde denk gelemediğimiz için telefonla görüştüğümüz muhtar İsa Korkmaz’dan öğrendiğim kadarıyla Muratlar, 249 erkek 242 kadın olmak üzere toplam 491 nüfuslu, dağlık ve bölgenin en sert ikliminin yaşandığı yerlerden biri olması nedeniyle tarımın etkin bir biçimde yapılamadığı bir köy. Geleneksel Hıdrellez kutlamaları ve köy hayırları yörenin en renkli şenlikleri olarak biliniyor. Muratlar’ı Çanakkale ve çevresinde asıl meşhur edense Mayıs ayında binlerce kişinin bir araya geldiği bu şenlikte gençlerin evlenecekleri eşi bulmak için “Aşıklar Yolu”, “Aşk Sokağı”, “Sevgi Yolu” gibi isimlerle anılan yaklaşık bir kilometrelik bir yolu yürümeleri. Gece yakılan ateşlerde yöreye özgü bir yemek olan ve buğday ve etin dövülmesiyle elde edilen “keşkek” pişiriliyor. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte en güzel kıyafetlerini giyinen yöre halkı mesire yerinde toplanıyor. Okunan mevlidin ardından misafirlere keşkek dağıtılıyor. Bu esnada gençler “Aşıklar Yolu”nu yürüyerek birbirleriyle tanışma ve sohbet etme şansı buluyor. Öte yandan köydeki hal ve gidiş her daim böyle renkli ve şenlikli değil tabi. Muhtara köyün sorunlarını sorduğumda “Köyümüzde geçim sıkıntısı var. Tarım ve hayvancılık geçinmeye yetmiyor. Gençler iş bulmak için dışarıya çalışmaya gidiyor. Köyde su sıkıntısı yaşanıyor. Köyümüz dağlık ve yüksekte olduğu için barajlardan içme suyu zor temin ediliyor.” cevabını alıyorum.Geçim kaynaklarını soruyorum:  “Buralarda daha ziyade kuru tarım ve hayvancılık yapılır. Bir de yazın mevsimlik işçilik. Çoğunluk kadınlar zeytin toplamaya, bağa bahçeye çalışmaya gider” Peki ya altıncı şirketler? “Onlara çevrecilerle birlikte direndik. Olumlu ÇED raporuna karşı toplantılar düzenledik. Mahkeme kararıyla çalışmaları durdu. Şimdi pusudalar.”

Ekmeğin derdi, altıncı şirketin fendi
Muhtarın çizdiği bu tablonun yansımalarını köy kahvesinde oturanların yüzlerinde, bakışlarında, kahvenin genel atmosferinde  görmek mümkün. İkram edilen çayı içerken yorgunluğu yüzünden okunan Kahveci Remzi Usta ile konuşuyorum. Kıt kanaat geçindiğini ifade ediyor “Köyümüz güzel bir köy. Havası, suyu, doğası çok güzel  ama geçim sıkıntılı. Kimisi hayvancılık yapıyor, kimisi tarlasını ekip biçiyor.

“Gençlerin çoğu Etili Seramik Fabrikası’nda çalışıyor. Ben üç yıldır bu kahveyi işletiyorum, ekmek paramı kazanmaya çalışıyorum”
Ekmeğin derdi bazen o kadar büyüyor ki ne güzel havaları, ne zehirlenecek suyu ne de kirlenecek toprağı dinliyor. Kahveden bir ses kulağıma “Onların tuzu kuru tabi. İstanbul’dan Çanakkale’den gelip çevre kirleniyor diye burada bağırıp çağırmak kolay. Bu köylü ne yer, ne içer, nasıl geçinir düşünen kimse yok. Köyün yarısı satıldı, kimsenin haberi yok!” diye fısıldıyor.

“Böyle bir kaç kişi daha yerleşirse biz buraları terk etmek zorunda kalırız”

Görüştüğüm köylülerden bir kaçı altın işletmeciliğinin yöreye iş ve aş sağlayacağına inanıyor. Onlara göre maden şirketleri gerekli önlemleri alırsa çevre kirletilmez ve köylünün de karnı doymuş olur. Anlaşılan o ki çok büyük bir ekolojik yıkıma neden olarak doğayı ve canlı yaşamını geri dönülmez biçimde bozan altın işletmeciliğine karşı mücadele, köylüler için farklı istihdam olanakları yaratılması için de mücadele edilmesini gerektiriyor.  Ancak benim açımdan asıl ilginç olan köyün yarısının satıldığı iddiası… Hemen telefonumla internete bağlanıp küçük bir araştırma yapıyorum ve gerçekten de sahibinden.com sitesinde Muratlar Köyü’nde otel, kafe, lokanta ve çiftlik için hali hazırda satılık bir çok arazinin olduğunu görüyorum. Kahvedeki görüşmelerim daha ziyade bu “Satılık Köy” mevzusuna odaklanıyor. Bu konu ile ilgili köylülerce üç aşağı beş yukarı benzer bir hikaye anlatılıyor. Bir takım aracı kişiler vasıtasıyla köyde ekonomik açıdan zor durumda olan, tarlasını bağını bahçesini satıp gitmek isteyen kişiler tespit ediliyor. Bu kişilerle çoğunlukla İstanbul kökenli olduğu söylenen alıcılar arasında birbirlerini görmeden uzlaşma sağlanıyor. Resmi prosedürleri de aracılar hallettiğinden köylü toprağını tanımadığı birilerine ederinin çok üzerinde olduğu söylenen bir fiyata satıyor. Bazen toprağı satın alan kişi gerçekten de köye geliyor, yerleşiyor ve modern yöntemler kullanarak tarımla dahi uğraşıyor. İsmini vermek istemeyen bir köylü böyle kişilerin köye yerleşerek huzursuzluk çıkardığını, köy kültürüne uyum sağlayamadığını, köylüyle geçinemediğini, kendilerini mafya ile ilişkili derin kişiler olarak gösterip köylüyü korkuttuklarını, tarla sınırlarını ihlal ettiklerini söylüyor ve ekliyor “Böyle bir kaç kişi daha yerleşirse biz buraları terk etmek zorunda kalırız” Bazen de toprağı alan kişi ya da kişiler yıllarca hiç arayıp sormuyor. Köylü toprağı sattığı halde işlemeye devam ediyor; toprağın yeni sahibi kimdir, ne iş yapar, köye gelecek mi, satın aldığı bu toprakla ne yapacak bilmeden mülkiyet değişimi olmamış gibi hayatını idame ettiriyor. Köylülerden bazıları bu toprakları satın alanların maden şirketleriyle dolaylı ya da doğrudan ilişkili kişiler olduğunu düşünüyor ve altıncıların hukuken kazanamadıkları mücadeleyi toprakların mülkiyetini ele geçirerek kazanmak istediklerini; bir nevi Truva atı taktiğiyle emellerine ulaşmak için çalıştıklarına inanıyor.

Troya’nın çocukları Bizans’ın ayak oyunları
Satılık köy mevzusunu muhtara da soruyorum ve ” Köyün üçte biri satıldı. Zor durumda olan toprağını sattı. İstanbul’dan, başka yerlerden gelip aldılar. Alıp ceviz yetiştiren de var, arayıp sormayan da” cevabını alıyorum. Esasen Çanakkale’nin özellikle denize kıyısı olan köylerine ve adalarına büyükşehirlerin yorucu ritminden, kalabalığından kaçıp yerleşerek burada mülk edinen hatırı sayılır bir nüfus olduğu biliniyor. Konuyla ilgili ÇOMÜ Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden Yrd. Doç. Dr. Arzu Başaran Uysal ve Ar. Gör. İpek Sakarya hazırladıkları “Kırsal Soylulaştırma ve Turizmin Kırsal Yerleşimlere Etkileri: Adatepe ve Yeşilyurt Köyleri” başlıklı bildirilerinde “Kırsal Soylulaştırma” (kentli orta sınıfın kırsalı sömürgeleştirmesi) kavramına değinerek “Kentlinin kırsalı keşfetmesiyle birlikte gayrimenkul değerleri artmakta, yerel halk mülksüzleşmekte ve kıra özgü yaşam yok olabilmektedir” uyarısı yapıyorlar.

Muratlar Köyü’ndeki “Satılık” yazılı tabelalar bir “kırsal soylulaştırma” sürecinin trafik işaretleri mi yoksa altıncı şirketlerin Truva atı mı henüz bilmiyoruz ama tıpkı “Züğürt Ağa” filminde olduğu gibi bu bölgede bir  ekonomik ve toplumsal değişimin  işaretleri olduğu açık. Peki Troya’nın çocukları Bizans’ın ayak oyunlarıyla baş edebilecek mi? Onu da yaşayıp göreceğiz.

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir