Troya’nın Gelini Helene’den Kayıp Efsane’ye

S. SELÇUK GÜRSOY – “İnsan yolculuğun ilk yarısında ayrıldığı yeri, ikinci yarısında gideceği yeri düşünür” diyordu sevdiğim bir yazar. Ama gittiğiniz yer İda Dağı’ysa, yolculuğunuz mitolojiyle harmanlanıyorsa öyle olmuyor. İnsan giderken de dönerken de, bütün yolculuk boyunca oraları düşünmeden edemiyor.

“Tam burada duruyordu Paris” diye başladı söze.
“Paris, Zeus’un, içlerinden en güzelini seçmesi için üç tanrıçayı kendisine gönderdiğinde, tam burada, benim durduğum yerde duruyordu.” dedi gözlerimizin içine bakarak.

İçinizde söylediklerime inanmayan varsa hiç dinlemesin demek istiyor gibiydi.
Kazdağları mitolojisiyle, Troya savaşıyla ilgilenen herkesin Yusuf Ay’ın kitabını okumasını isterdim. Sadece kitabını okumasını değil, kendisini de tanımasını. Çünkü o, bu topraklara, bu toprakların efsanelerine bağlanmış gerçek bir İda’lı.

“Afrodit biraz cilveli bir kadındı, ölümlü kadınlara benzer. Paris de nihayetinde bir Anadolu erkeği olduğu için onu seçti” dediğinde fark ettim aslında birkaç saattir yanımızda bulunan Yusuf Ay’ı. Antik çağlardan beri orada akıp duran Skamondros suyunun başındaydık. Yusuf Ay, Homeros’un İlyada destanından ve diğer kaynaklardan yola çıkarak İda Dağı efsanelerini anlatıyordu. Ama bu cümleleri, insanın çok eski bir tarihsel olayın içine nasıl girebileceğini, nasıl orada kalarak yaşamaya devam edebileceğini, oradaki yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış insanlarla, hatta tanrılarla nasıl arkadaşlık edebileceğini az çok bilen biri için, benim için ürperticiydi. Yusuf Ay sadece aktarmıyordu, mitolojinin içinde yaşıyordu sanki. Sözünü ettiği her şeyin gerçekliğine içtenlikle inanıyordu.

Troya’nın Gelini Helene isimli kitabının başında; “Yusuf Ay Kim Mi?” başlığıyla şöyle tanıtıyordu kendini:
“ve tarihin binlerce yıl / gerilerinde gezinen / Sizden bir insan…”
“O iyilik ve kötülük tohumlarını / İçinde taşıyan biri / Bir zorbanın / bir ermişin / Bir filozofun tohumlarını…”

2013 yılının son üç gününe sığdırdık Kazdağları yolculuğumuzu. Gelibolu üzerinden efsaneler diyarı Kazdağları’na, İda’ya, oradan kuzey Ege’nin rüzgârlı adası Gökçeada’ya, İmbroz’a gideceğiz. Yazı üzerine ortak bir gelecek inşa etmek için bir araya gelmiş, birbirlerini henüz yeni yeni tanıyan yirmi insan. Bu, Röportaj Atölyesi’nin ilk yolculuğu. Daha nice yollara, daha nice yolculuklara, nice hikâyelere açılacak olan ilk yolculuk.

Bu kış gününde Eceabat iskelesine ulaştığımızda ortalık sanki bir bahar sabahı gibi, bir yaz sabahı gibi masmavi. Gökyüzü mavi, boğazın suları mavi. Feribotun çay ocağından yayılan taze çay, tost, börek kokuları yolculuğumuzun bu ilk sabahını daha da güzelleştiriyor. Çanakkale’nin ışıklarına doğru yol almaya başladığımızda ortalık iyice aydınlanıyor artık. Acaba nelerle karşılaşacağız, acaba kimlerle tanışacağız, acaba ne kalacak bu yolculuktan geriye diye soruyorum kendime güvertede çay içerken.

Çanakkale’de Sarıçay kenarındaki otelimize yerleşip hiç oyalanmadan Kazdağları’na doğru yola çıkıyoruz. Artık Çanakkale Çevre Platformu’ndan dostlarımız da bizimleler. Artık kış sessizliği içinde dingince uyuklayan Kazdağları’nın misafiriyiz. Bir kulağımda Ege’nin iki yakasının müzikleri, bir kulağım dostların konuşmalarında. İkisinden de kopamıyorum, ikisini de bırakamıyorum.

Tonlarca altının, insanları yoldan çıkararak gizli uçaklarla oradan oraya taşındığı 2013 yılının son günlerinde, İda Dağı, binlerce yıllık tarihinin en mahzun günlerini yaşıyor belki de. Boynunu bükmüş sessizce kaderini bekliyor gibi. Bir zamanlar altın elmaların yetiştiği, bin bir türlü, insanı sarhoş eden, tanrıları bile aşka düşüren çiçeklerin açtığı, meyvelerin fışkırdığı o büyülü İda Dağı. Bir gram altın elde edebilmek için, onlarca ağacın kesileceği, tonlarca suyun kirletileceği, milyonlarca ton atığın etrafa saçılacağı güzelim dağlar. İnsanları baştan çıkaran, yoldan çıkmaya teşne insanları, her şeyi satın alabilecekleri yanılgısına düşüren, o en eski satın alma nesnesi yüzünden, altın yüzünden toprakları delik deşik edilen İda Dağı. Gelmiş geçmiş en gözü kara aşığın, Homeros’un, ölümlülerin ve ölümsüzlerin en yakışıklısı dediği, karşısında tanrıçaların bile ölümsüz olduklarını unutup aşka düştükleri Paris’in büyüdüğü İda Dağı.

Son İda’lı Yusuf Ay: Troya’nın Gelini Helene
Orta yaşın üzerindeydi ama dimdik, heyecanlı bir delikanlı gibi taşıyordu bedenini. Kırlaşmış uzun saçlarını geriye doğru atmıştı. Derinlerden gelen sesi gürdü, güçlüydü. Bizimle konuşuyordu ama pek de umursamıyordu sanki bizi. O, anlattıklarının, mitolojinin içindeydi. Troya Kralı Priamus’un, yiğit Hektor’un, tutkulu Paris’in yanında yaşıyor, geceleri İda’nın tanrıçalarıyla sevişiyordu sanki. Hatta bizzat Priamos’tu, Hektor’du, Paris’ti.

Çanakkale’de, otelden çıkıp otobüse doğru yürürken görmüştüm onu ilkin. Çoktan otobüsteki yerini almış en önde tek başına oturuyordu. Çanakkale Çevre Platformu’ndan dostların bize Kazdağları yolculuğumuzda kılavuzluk edeceğini bildiğimizden “onlardan biridir herhalde” diye geçirmiştim içimden. Sonra ilk durağımız olan Balaban’ın Kahvesi’nde o da konuşmuştu. Diğer konuşmacılar haklı olarak altın madenlerinin Kazdağları’nda yol açacağı felaketleri anlatırken benim dikkatim dağılmış, bir yandan kafamda yazımı oluşturmaya çalışıyor, bir yandan da mesleki merakla kahvenin önündeki tabelada yazanların doğru mu yoksa palavra mı olduğunu düşünüyordum:

“Atatürk 25. 06. 1934 tarihinde İran Şahı Rıza Pehlevi ile burada kahve içti” yazıyordu tabelada. “Ne işleri vardı acaba bu dağ başında” diye geçiriyordum aklımdan. İran’la gizli altın alışverişlerinin bütün ülkenin gündeminin ilk sırasında yer aldığı bir günde, İran Şahı ile Mustafa Kemal’in, 1934 yılında buralarda, bu altın dağlarında dolaştığını öğrenmek şaşırtıcıydı. Acaba Çanakkale yolu o zamanlar buralardan mı geçiyordu? Ben bunları düşünürken Yusuf Ay’ı isteksiz bir sanatçının zorla sahneye itilmesi gibi çağırmışlardı konuşmaya. Kahvenin önünde dimdik durmuş, bakışlarıyla şöyle bir dağları taradıktan sonra “Bu dağlar sıradan dağlar değildir” diye gürlemişti:

“Bin pınarlı İda Dağı dünyada en çok öyküsü olan bir dağdır.”

Sonra ağaçlara bakmıştı uzun uzun:

“Göknar ağacı ağaçların gelinidir. En güzelidir. Antik dönem insanları bir ağacı kesmeden önce o ağaç hangi tanrının ağacıysa ondan izin alırlardı. Törenlerle kesilirdi ağaç. Meşe ağacı Zeus’un ağacıdır.” diye devam etmişti.

Kızgın gibiydi bunları bilmeyen, anlamayan insanlara.

Yeniden otobüsümüze binip İda’nın içlerine, doruklarına doğru devam ettik yolculuğumuza. Ben otobüsün en arkasındaydım Yusuf Ay en önde. Bir ara ayağa kalkıp bir kitap gösterdi biri: Troya’nın Gelini Helene, Kayıp Efsane. Bu, Yusuf Ay’ın yazdığı kitaptı.

Tek tük köpek havlamaları ve horoz ötüşleri dışında hiçbir sesin duyulmadığı köylerden, eteklerinde küçük koyun ve keçi sürülerinin otlatıldığı ormanlardan geçtik. Elma ağaçları yapraksız, meyvesiz incecik dallarıyla çelimsiz görünüyorlardı. Ya altın hırsı kazanacaktı, ya elma ağaçları. Artık ikisinin bir arada yaşama şansı yoktu. Elma ağaçları olan köylüler istemiyorlardı altın madenlerini, olmayanlar kurtuluşları olarak görüyorlardı.

Küçük köy kahvelerinde durup çay içtik, köylülerle konuştuk. Buralarda toprağa, sulara, meyve bahçelerine olacakları öğrendikçe, insanla hayvan, hayvanla doğa, doğayla insan arasında kurulu binlerce yıllık dengenin darmadağın edileceğini hissettikçe, içimiz acıdı. Üzüldük, kızdık.

Nihayet uzun bir günün akşamında Ayazma’da, Skamondros deresinin başındaydık işte. Yusuf Ay’ın şu anda durduğu yerde “dünyanın ilk güzellik yarışması” yapılmıştı. Paris’in, Zeus’un kendisine gönderdiği üç tanrıça, Hera, Athena ve Aphrodite arasından en güzelini, Aphrodite’i seçtiği yerdeydik. Troya’nın felaketinin başladığı yerde. Paris’in kendisini seçmesi karşılığında Aphrodite’in vaat ettiği aşkın peşine düşerek Ege’ye açılacağı, Sparta’ya giderek Kral Menelaos’un güzel karısı Helene’i alıp Troya’ya getireceği, Troya’nın felaketinin başlayacağı yerde. Aşkla, savaşın, aşkla felaketin buluştuğu yerde.

“Buradan ötesi zaten tanrılara, tanrıçalara aittir” diye devam etti Yusuf Ay, sık ağaçlıklı dağ doruklarına bakarak. Çocukların masal diyarlarına inandıkları gibi inandığı, çocukların masal diyarlarını merak ettikleri gibi merak ettiği belliydi, tanrıların ve tanrıçaların diyarlarını.

“Hiç gitmek istemediniz mi oralara?” diye sordum tanışır tanışmaz. Beni şöyle bir süzdü, inceledi. İçtenliğime inandıktan sonra, “gittim” dedi. Sekiz gün süren bir dağ yürüyüşü yaptıklarını anlattı. Ama kendinden söz etmeyi pek sevmediği belliydi.

Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Anadolu köylerinde öğretmenlik yapmıştı. Bunlardan sonuncusu Troya yakınlarındaki bir köydü. Burada Troya kazılarını yöneten ve işçilerin “Osman Hoca” diye çağırdıkları ünlü arkeolog Manfred Korfmann ile tanışmış, bu tanışıklığın etkisiyle Homeros okumaya başlamıştı. Ardından doğu mitolojisi, batı mitolojisi ve bol bol felsefe okumaları… Nihayet “bir Troas’lı, bir Çanakkale’li olarak” Troya’nın Gelini Helene’yi yazmaya karar vermişti. Fakat üç karar daha vermişti kitabını yazarken:
“1. Farklı bir üslupla yazacaktım… 2. Kitabımın felsefesi aşk ve ölüm olacaktı. 3. Üçüncü kitabım yayınlanıncaya kadar gizemli bir yazar olarak kalacaktım… Çünkü insan kendini anlatırken sanki yüzünde bir maske oluyordu. O yaptıklarıyla vardı. Eylemleriyle gerçekti…
Ol sebep budur.”
diyerek açıklıyordu kararlarını.

Şimdi elimizde, Paris’in doğumundan başlayarak, Akhilleus’un Hektor’u öldürmesine kadar gelen, Homeros’tan ve diğer kaynaklardan yola çıkarak Troya savaşını ve Kazdağları efsanelerini anlatan, yaklaşık 13 bin dizeden oluşan, 380 sayfalık bir destan var.

Şiir dolu bir Troya destanı.

Yusuf Ay bu günlerde heyecanla bu kitabın ve bunun devamı niteliğindeki ikinci kitabının Arkeoloji ve Sanat Yayınevi tarafından basılmasını bekliyor.

Biz de bekliyoruz.

İyi ki gitmişiz diyoruz İda’ya, iyi ki tanışmışız İda’lılarla, Yusuf Ay’la.

‘ÇANAKKALE İÇİNDE’ Notu: Bu içerik Röportaj Atölyesi’nin izniyle, roportajatolyesi.com adresli web sitesinden alınmıştır.

Röportaj Atölyesi Son Yazıları...

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir