Kazdağları’nı Gezdim

Ben bir Kazdağlı’yım.

Bunu her yerde gururla söylerim.

Kazdağları’nın eteğinde yaşıyorum, doğduğumdan beri. Biliyor muyum her tarafını Kazdağlarının?

Hayır.

Hissediyorum.

Zirvesinden kopup gele rüzgarıyla hayat buluyorum.

Seviyorum Kazdağları’nı.

Seviyorum Kazdağlı olmayı.

Kazdağları olmasaydı, İstanbul yoktu.

Kazdağları olmasaydı Troia yoktu.

Kazdağları olmasaydı biz yoktuk.

Kazdağları olmasaydı, Çanakkale’nin anlamı olmazdı.

*

Bir gezi ekibinin ardına takılıp Kazdağları’nın zirvesine çıktım.

En zirvede bir kayanın üstüne oturdum. Kendimi bir yılkı atının üstündeymiş gibi hayal edip, baktım sağa sola.

Bir yanıma baktım, Bayramiç yöresi. Bir yanıma baktım, Edremit Körfezi.

İki tarafta iki cennet, ne tarafa atarsan at kendini.

Beni bir o yana, bir bu yana atın.

*

Çanakkale Belediyesi’nin sağladığı otobüsle, kaptanımız Sezer’in yol tutuşuyla vurduk kendimizi yollara.

“Kazdağı Tahtacı Türkmenleri Kültür, Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” himayesinde, Çanakkale’den, Kepez’den ve Ezine’den katılan arkadaşlarla, bir yolculuğa başladık.

Bir solukta Zeytinli Köyü’ne geldik.

Zeytinli’de durduğumuz yerde dikkatimi çeken Atatürk Anıtı oldu. Çok sevdim Atatürk Anıtı’nı .

Zeytinli’nin Kuvayi Milliye Kahramanı “Kazak İsmail,”(1888-1961) elinde tüfeğiyle bir elini yüzüne süper etmiş ufukları gözlemekte.

“Jeep Safari” yapan bir araç geçti yanımızdan, arkasında birçok insan.

Aracımız “17” plaka. Yanımıza alan kılavuzu da almadık. İçimizde Kazdağları’nda kaybolacak insan yok ki. Eğer ki bir Kazdağlı, bir Tahtacı Türkmeni Kazdağları’nda kaybolursa, vay haline…

Zeytinli’nin dar sokaklarından geçip başladık tırmanmaya.

Çanakkaleliler Balıkesir bölgesinden Kazdağları Milli Parkı’na giriş yapacak.

Savulun, Çanakkaleli Tahtacılar geliyor!

*

Dar, virajlı patır patır bir yol.

Acık araçla safari yapanlar aklıma geliyor, Zirveye çıkana kadar saçları ağaracak gariplerimin, yaşlanacaklar

Gittik gittik, tırmandık bir kapıya dayandık.

“Dağa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü” öğütleri.

Yasak kelimesine oldum olası gıcık olmuşumdur.

“Suya girmek, Ateş yakmak, bitki toplamak, hayvan otlatmak, çöp bırakmak, her türlü avcılık yapmak uygun değildir.” dedikten sonra, uymayan baban bile olsa basacaksın cezayı.

Neyse, kapıda durdurulduk.

“17” plaka geçemezsin.

Niye?

Alan kılavuzunuz yok.

“10” plakalar geçiyor ya.

Burası “10” plaka, siz yabancı “17” plaka!

Ya! Ne kadar yabancı?

“Biz turist değiliz, inancımız gereği Kazdağları’nı ziyarete geldik.”

Olmaz, parasız ve kılavuz olmadan geçemezsiniz.

“Siz camiye namaz kılmak için para veripte mi giriyorsunuz?”

Ha!!

“Bak kardeşim, valiliğin emri var, Türkmenlere inançları gereği Ağustos ayında Kazdağları’na girmeleri ücretsizdir.”

Araçlar bizim ardımızda sıralanmışlar.

Bir arkadaşın telefonuyla görüşen yetkili, isteksizce “geçin” diyor dilinin ucuyla.

Heybe, Fatih Sultan Mehmet’in, Haliç’e kereste sağlayan, Tahtacı Türkmenlerin çocuklarını neredeyse sokmayacaklar Kazdağları’na.

Unutmadan, iki araç geçiş ücretlerini verip makbuzlarını aldılar, arkasından geçen iki araç “dönüşte veririz” dediler, geçiş ücreti için.

Acaba …?

*

Kazdağları’nın zirvesine ulaştığımızda, kırık parçalanmış kayalarla, uç filizleri kırılmış çam ağaçları ile karşılaştık. Birde kayaların arasından yere halı gibi serilen ardıç görünümlü bir bitki dikkatimi çekti.

Hava sıcaktı, insan terlemiyor zirvede. Nemle alakalı bir şey herhalde.

Sarıkız’ın bulunduğu varsayılan tepe uzaktan gözüme iliştiğinde, türbenin taş duvarları ayakta dizilmiş insanların görüntüsünü bıraktı bende.

Sarıkız Türbesi’nin bulunduğu tepenini yüksekliği, 1726 metre.

Türbenin tek bir duvarı var. Taşlar üst üste konularak yapılmış. Taşların birbiriyle bağlantısı yok. Kazdağları’nın tepesinde parlayan, pırıl pırıl taşlar var.

Sarıkız Türbesi’ne gelenler, duvarın bir kenarına yapılmış küçük bir galerinin içine girip mum yakıyorlar, dilekte bulunuyorlar. Herkes gönlünün istediği bir şeyi adak olarak sunuyor. Yazmalar, renkli bezler… Duvarın taşları arasında bisküvi, elma, üzüm taneleri görmek mümkün.

Kimileri gelenlere bisküvi, küçük dilimler halinde karpuz dağıtıyor.

Bu dağıtılanların ilk bakışta bir değeri yok gibi geliyor insana.

Sonradan aklı başına geliyor insanın. O kadar yol yürüyüp türbenin yanına gelen insan yediği bir bisküvi ile kendine gelebiliyor. Karpuzun küçücük parçası ne kadar değerliymiş.

Bir Tahtacı Türkmeni omuzlarına aldığı bir koçu nasıl çıkarıyor, Sarıkız’ın yanına. O sıcakta, o enerji.

İşin özünde inanç var.

Sırtındaki koçla, üç tur atıyor türbenin etrafında. Sonrada adağını yerine getiriyor, türbeden uzak bir yerde.

Sarıkız’ın mezarı yok orada.

Kendisi var.

Herkesin gönlünde haksızlığa uğramış bir “sarıkız” var.

Türkmenler içinde, Yörükler içinde de bir “sarıkız” var.

Öyle hissediyor insanlar.

Hani geçer ya hikaye de.

Babası su istemiş Sarıkız’dan. Türbenin olduğu yerden elini uzatıp, körfezden doldurmuş tasını.

Hayal ettim. Uzatım elimi, doldurdum testimi.

Edremit Körfezi’nden ya da Ayazma’dan.

Tatlı mı?

Tuzlu mu?

Fark etmez.

Akçay su cenneti değil mi?

Denizin içinden, Kazdağları’nın suyu kaynamıyor mu?

Ayazma’da kaynayan yürek farklı mı?

“Yolun yolumdur, yollarımda sen dur.

Sarıkız avcım ol, yüreğimden sen vur.”

Şuayip Odabaşı Son Yazıları...

Yorumlar...

    Henüz yorum yok...

Sizin Yorumunuz...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir